22 Ocak 2016 Cuma

BAŞLANGIÇTA “İMGE” VARDI…

Görsel www.pnowlin.tumblr.com sitesinden alınmıştır.


2009 yılıydı. Berlin’e geleli 1.5, Almanca’yı öğrenmeye başlayalı 2.5 sene olmuştu. Ama kendimi hala çok iyi ifade edemiyorum. Çok rahat konuşamıyordum. Öte yandan istediğim bölüme girmiş, okumaya başlamıştım. Yolculuğumda bana ışık tutan, içimdeki ışığı gören rehberlerimle karşılaşmaya başlamıştım yani. Bunlardan birisi, hatta benim için en önemlisi profesörüm Kiristin Wardetzky’di.

Kristin bir gün bana bir teklifle geldi. “Bir ilkokulda Odysseia Destanı projesi yapıyoruz, bir çok anlatıcıya ihtiyacımız var. Sen de anlatmak ister misin?” diye sordu. İstemez miyim? Havalar uçtum elbetteki. 

Anlatıcılık sanatı okuduğum bölümde süprizli bir şekilde karşıma çıkmıştı. Ben bu sanata aşık olmuştum. Anlatıcı olmak istiyordum, ama tereddütlerim vardı tabii. “Yeteneğim var mı? Varsa bile bunu hocalarım görür mü? Bana el verip, beni desteklerler mi?” gibi sorular ruhumu kemirip duruyordu. Kristin’in bu teklifi bende bir umut yaratmıştı. “Galiba ben bu işi yapabilirim.” demeye başladım. Benim için o zamanlar hocalarımdan gelen bir işaret çok önemliydi. Ne de olsa “kendi değerimi” görecek bir bakışım gelişmemişti henüz.

Sonra Odysseus’un yolculuğunda hangi durağı kim anlatacak diye seçme yapmaya başladık. Bana, Kirke’nin adasında yaşananlar ve  Odysseus ile adamlarının denizdeki canavarlar Skylla ve Kharybadis ile mücadelesini anlatmak düşmüştü. 

Önceki dönem ilk masal hocam olan Suse Weisse’den hikâye anlatıcılığı eğitimleri almıştık. Bu eğitimde öğrendiğim tekniklerle Odeysseus’un macerasında bana düşen bölümü çalışmaya başlamıştım. Ön çalışmayı kendi kendime yapmam gerekiyordu tabii. Yaptığım çalışmalarla hikâyemin imgeleri “içimde” canlanmaya başlamıştı. Onlarla yatıp onlarla kalkıyordum. Kendi başıma çalışmam yetmiyordu ama. Çocukların karşısına çıkmadan önce son aşamadan geçmek gerekiyordu. Yani Kristin’in karşısında hikâyemi anlatmalıydım. Aslında bu bir zorunluluktan ziyade çalışmanın bir parçasıydı. Hocamız bizi çalıştıracaktı. Ve prova günü geldi çattı.
Kristin karşımda parıldayan gözleriyle beni izliyor ve başlamamı bekliyordu. Ağzımı açıp hikâyeyi anlatmaya başladım. Üç cümle sonra sustum. Tıkandım. Anlatamadım. Konuşamıyordum. Kristin şaşkın gözlerle bana bakıyordu. Bir yandan da derin derin bakışlarıyla içimi görmeye çalışıyordu sanki. İçimde neler mi oluyordu?

Konuştuğum dil anadilim değildi. 2.5 sene önce öğrenmeye başladığım ama doğaçlama hikâye anlatabilecek kadar hakim olmadığım, yabancı bir dil işte. Hikâye anlatıyorsam “edebiyat parçalamalıyım!” nede olsa! Yazılı kültürde şekillenmiş beynim bu inancı kimbilir ne zaman yaratmıştı? 

Peki ya İMGELER! Hikâyenin imgeleri zihnimde öyle canlanmıştı ki adeta o sahnelerin içinde yaşıyor gibiydim. Renkler, görüntüler, kokular, tadlar, sesler öyle canlıydı ki sahnelerden kopamıyordum. Öyle ki içimdeki çocuk neşeli bir şekilde o sahnelerin içinde dans ediyordu. Ve bana “Hadi anlat. 3 kelime de biliyorsan fark etmez. Bu sahnelerde yaşıyorum ben, canlıyım, sen de canlısın. Kaç kelime biliyorsan o kadarıyla anlat.”diyordu.  Bu çocuğa inat içimdeki gestapo yetişkin  “O imgeleri süslü cümlelerle anlatamazsan olmaz. Edebi bir dil yaratman gerek! Şimdi hikâyeni en güzel şekilde ifade edemiyorsan SUS daha iyi.” diyordu. Sağ ve sol beyin yarım kürelerim böyle kavgaya tutuşmuşken bir türlü ağzımdan o imgeleri anlatacak kelimeler çıkmıyordu. Söze takılıyordum. Söz benim engelim oluyordu. Bir savaşın ortasında kalmıştım sanki. Anlatmaya çalıştığım hikâyenin canavarları Skylla ve Kharybadis ruhumu ele geçirmeye çalışıyordu adeta. Bense bu anafordan nasıl kurtulurum diye çırpınıyordum.  Öte yandan kendimi çok çaresiz hissediyordum. Kaçıp gitmek istiyordum. 

Kristin onun karşısında yaşadığım tüm bu içsel çatışmaları görmüş olacak ki, bana sadece tatlı tatlı gülümsüyordu. Onun gülümsemesi beni rahatlatıyordu. Ama anlatamamaya devam ediyordum. Kilitlenmiş bir halde karşısında duruyordum.

Kiristin; “Hadi kendi anadilinde anlat önce.” dedi. Bense  “Nasıl yani, ama beni anlamaz ki, anlamazsa nasıl çalıştıracak? Çok saçma bir teklif.”diyerek çoktan kendimle konuşamaya başlamıştım bile. Bu konuşmalar devam ededursun ben yine de anlatamıyorum. Kristin’de öte yandan ısrar etmeye devam ediyordu. Kaçıp gitmeyi tercih etmediğim için sonunda mecburen anlatmaya başladım. Gördüğüm imgeleri Türkçe kelimelerle anlatmaya çabalıyordum. Bir baktım ki o da ne! Kristin karşımda öncekinden daha neşeli oturuyor. Kendini kaybetmiş beni seyrediyordu. 
Anlatmam bitince, “Bak dedi, gördün mü yapabiliyorsun. Hikâyenin imgelerini çok canlı sende. Ama sen söze takılıyorsun. Anlatıcılık da önce İMGE vardır. Sonra SÖZ. Sen imgelere yeterince özen göstermezsen söz de seni terk eder. Seni söz değil imgeler taşır. İmgeler canlı olursa söz de onlarla beraber coşar zaten. Sözden değil imgeden doğar anlatıcılık. Sen bunu çok iyi yapıyorsun zaten. Kendini imgelerinin gücüne bırak. Söze takılma. İlerde anlatıcılıkta ustalaşınca söz üzerine daha yoğun çalışırsın. Ama şimdi değil. Şimdi sadece imge gücünü besle.” dedi. 
Deniz canavarları Skylla ve Kharybadis arasında kalmıştım sanki. Ruhum anlatmaya çalıştığım hikâyenin bir parçasını birebir yaşıyordu. Odeysseus altı adamını Skylla’ya kurban etmişti. Bu savaşta ruhumun hangi parçaları koptu? Neyi kurban ettim bilmiyorum? Bildiğim tek şey ruhumun açık denizlerindeki Skylla’nın yemi olmaktan, Kharybadis’in anaforuna kapılmaktan kurtulduğum idi. Canavarları arkamda bırakmıştım. Güneş çıkmış, yelkenlim tatlı tatlı salınıyordu.
Kiristin şefkatli bakışlarıyla gökyüzünden beni seyreden bir tanrıça gibiydi. İçimde olan biten herşeyi görmüştü sanki. Zihnimin seslerini duymuştu. Kristin’in sıcacık sözleri karanlığı aralayan güneş gibi olmuştu. Sıcacık bakışları içimi ısıtmıştı. Açık denizde canavarlarla savaşma gücü vermişti bana. O gün prova çok iyi geçti. 

Üç gün sonra hikâyemi anlatmak için çocukların karşısındaydım. Hikâyemi bildiğim Almanca kelimelerle anlatmaya başlamıştım. Yaşayarak anlattım. Sözcükler dudaklarımdan dökülmeyince çocuklardan yardım istedim. Ve sonunda korktuğum şeyi başardım. Çocuklar hikâyemi çok sevdiler.

Kristin önce fırtınalı, karanlık denizde güneş gibi açmıştı. Canavarlarımla savaşımda bana destek olmuştu. Güç vermişti. İçimdeki fırtınaları dindirmişti. Sonra tatlı bir yel olmuş, yelkenlime üflemişti. 

Ve o yelkenli açık denizlerde yüzmeye başladı. Şimdilerde ne zaman ruhumda fırtına çıksa, hava kararsa, hocam Kiristin gelir aklıma. Böylece sallanırım dalgalarda, parçalanacak gibi olurum bazen ama güneşin çıkacağını bilirim hep. Bu da bana dayanma gücü verir. Daha çok yollar, daha çok yolculuklar yapma inancı aşılar. İyi ki çıkmışım yola dedirtir. 

Sevgili hocam şimdi kilometrelerce uzağımda da olsa, varlığını hep yanımda hissediyorum. O benim varlığım aracılığıyla öğrencilerime ulaşıyor. Ve öğrencilerimden kimbilir kimlere. Işık dünyaya böyle saçılıyor. İnsandan insana. Elden ele. Temastan temasa…

***Anlatım Sanatında İMGE ve SÖZ üzerine yazmaya devam edeceğim...