8 Mayıs 2014 Perşembe

MASAL


Yazan: Nörobiyolog, Prof.Dr. Gerald Hüther Çeviren: Nazlı Çevik 
Bu yazı 2005 sonbaharında, BaldKarlshafen’da yapılan Masal Kongresi için yazılmıştır. 



Çocuklar Neden Masallara İhtiyaç Duyarlar

Masal Anlatma Kültürünün Korunması İçin Öne Sürülen Kimi Nörobiyolojik Argümanlar

1.Giriş:

Elinizde çocuklarınızın sakince oturup dinlemelerini sağlayacak, aynı zamanda hayal gücünü geliştirecek, kelime dağarcığını arttıracak ve tüm bunlarında ötesinde empati kurma becerilerini geliştirip, özgüvenini arttırarak, geleceğe daha güvenli ve korkusuzca bakmasını sağlayacak büyülü bir değnek olduğunu hayal edin. Çocuk beyni için oldukça faydalı olan ve hiçbir ücret ödemeden edinebileceğiniz bu değnek aslında zaten mevcut. Bu büyülü değneği kullandığınızda kazanacağınız çok şey olacaktır. Bunlar arasında yakınlık, güven ve çocuklarınızın gözlerindeki ışıltıyı sayabiliriz. Bedelini hiçbir şeyle ödeyemeyeceğimiz bu büyülü değnek, çocuklarımıza anlattığımız veya okuduğumuz masallardır. Masal saatleri öğrenmenin en üst seviyeye ulaştığı en etkili saatlerdir.
Çocuklarda öğrenme (tıpkı yetişkinlerde de olduğu gibi) beyindeki duygu merkezleri uyarılınca, yani heyecan yaratıp, güçlü etkiler bırakınca gerçekleşir. Bu durumda beyin hücreleri arasındaki yeni bağlantıları sağlayacak olan hormonların salınımı giderek artmaya başlar. Öğrenmeyi bu derece etkili kılan en etkili şeylerden birisi “oyun” dur. Çocuk kendini ve dünyayı oyun aracılığı ile keşfeder. Diğeri ise, aynı şekilde çocukların dünyaya ve hayata dair birçok şeyi deneyimledikleri “Masal Saatleri” dir. Bu da, çocuğun güvendiği birinin ona masalı anlatması veya okuması ile gerçekleşir. Bu güçlü duyguların (beyindeki duygu merkezlerinin çok yoğun bir biçimde uyarıldığı, hormonların, korku merkezleri uyarıldığındaki “alarm” durumunu yaşamadığı), oluşabilmesi için yaratılan atmosfer çok önemlidir. Bunun için masal saatlerinde bir mum yakılabilir veya bu saatlere özel başka bir ritüel bulunabilinir. Bu tarz bir atmosfer çocukların, sükûneti yakalayıp, odaklanmalarına yardımcı olacaktır. Ancak bu şekilde çocuk beyninde karmaşık uyarıcı örüntüler(kodlar/sinaptik bağlantılar) kurulabilir ve beyinde kalıcı hale getirilebilirler. Ayrıca masalın içeriği de bu atmosferlerin oluşmasına yardımcı olacak şekilde “uygun” olmak zorundadır. Çocukları heyecanlandıran ve korkutan masal öğeleri, ancak masal mutlu sonla bittiği sürece uygundur. Ayrıca masalın nasıl anlatıldığı veya okunduğu da çok önemlidir. Çocuk masalı anlatan veya okuyan yetişkinin de masaldan etkilendiğini, heyecanlandığını, üzüldüğünü veya şaşırdığını görmek ister. Bu duygusal kıvılcımlar çocuğa ancak;  yetişkin masalı yaşayarak ve çocuğun gözlerinin içine bakarak anlattığı zaman geçebilir. Çocuk ile yetişkin arasındaki bu yakın temas ve çocuğun masalın duygu dünyasına girmesini sağlamak, yetişkinin masalı okuması ile değil anlatması ile elde edilir. Ses kayıt cihazları veya videolar, bu duygusal yakınlığın oluşmasına izin vermez, çünkü bu araçlar çocuğun masalı dinlerken verdiği tepkilere karşılık veremezler. Çocukları yaşadıkları duygularla yalnız bırakırlar. Buradan bakıldığında, aslında sihirli değnek masallar değildir. Yetişkinin masalı kendisi yaşıyormuşçasına anlatmasıdır. Bu şekilde çocuğun masalın duygu dünyasına girmesini ve masalın karakterleri ile kurduğu duygusal ilişkinin onu sürüklemesine izin vermesini sağlayacaktır. Masallar çocuk beynini güçlendiren besinler gibidir.

Hepsi bu kadar mı? Hayır, değil. Çünkü masalı çocuğa anlatan yetişkinin beyninde de bir takım değişiklikler gerçekleşir. Yetişkinin beyninde eski hatıralar, yaşantılar canlanır. Bunlar sadece masalın o an anlatılan içeriğine dair yaşantılar değildir, çocukken masal dinlediği (masal dinleyerek büyümüşse tabi) zamanlardaki anıları ve masal dinlerken hissettiği duyguları canlanır. Ve o zamanlar ki, sevdiği bir yetişkinle yaşadığı yoğun karşılaşma deneyimi ve atmosferi beyinde yeniden canlanır. Hatta sıklıkla bu durumla bağlantılı olarak, bedenin hafızası canlanır ve kimi duyumların (sarılma, ürperti, karıncalanma) bedendeki etkileri ve masal dinlerken oturduğu koltuğun, yattığı yatağın hissi beyinde yeniden canlanır. Tüm bunlar, erken çocukluk döneminde yaşanmış deneyimlerin beyinde kaydedildiği yerden, hissedilebilir ve görünebilir şekilde ortaya çıkarlar. Masallar biz yetişkinleri de esrarengiz bir şekilde güçlendirir, çünkü masallar genel olarak eski, duygusal ve pozitif olarak değerlendirilip beyinde kaydedilmiş anıları yeniden canlandırırlar. İç sıkıntılar, endişe ve korkular kaybolurlar ve kişi kendini çok daha iyi, güçlü, korkusuz, özgürleşmiş ve aynı zamanda köklenmiş hisseder. Masallar yetişkin ruhu için ilaç gibidir.

Hepsi bu kadar mı? Tabii ki hala değil. Masallar yalnızca hikayeleri değil, kendilerine ait imajları, yetişkinlerin içlerinde büyüdüğü aile, sülale ve topluluğun iletilerini, saklı mesajlarını, sonunda da belli bir kültürün kodlarını, o kültürün içinde yaşayan çocuğa aktarırlar. Bir toplulukta oluşturulmuş ve topluluk içinde yayılan bilginin sunulduğu, güvenli ve tanıdık bir platform sunarlar. Buradan bakıldığında masallar kültürel kimliklerin oluşmasına katkı sunarlar ve toplulukların birlik güçlendirirler. Başka şekilde ifade etmek gerekirse, masallar kültürel birliktelikleri kuran, bağlayan balmumu gibidir.

Beyin araştırmacılarının son yıllardaki görüntüleme teknikleriyle (EMAR) gösterebildikleri gibi, beyindeki sinir hücrelerinin birbirleriyle kurdukları bağlantılar;  düşünce, duygu ve eylemde bulunma biçimlerinin içsel temsilleri, bugüne kadar kabul edilen görüşün ötesinde, kişisel deneyimlerin biçimlendirdiği bir şeydir. Yaşamda kalma deneyimlerinin kişisel ve kolektif biçimleri kuşaktan kuşağa aktarılır (Bilginin, yeteneklerin, becerilerin, hayallerin, kuralların, değerlendirme kriterlerinin, davranış ve yön bulma biçimlerinin devredilmesi sonraki kuşaklara aktarılması). Masallar, hayatta kalma stratejilerine dair önemli mesajların kuşaklar arası aktarımını sağlayan, ayrıca insanlar arası ilişkilerin nasıl yapılandırılacağına dair önemli bilgileri taşıyan araçlardır. İnsanların birbirlerine anlattıkları masallar, ilişki kurma becerilerini, yaratıcılığı ve toplulukların hayallerini belirleyici güçlere sahiptirler. Bunun da ötesinde insanların beyinlerinde, sinir hücrelerinin birbirleriyle yaptıkları yeni bağlantıların ve içsel temsillerin (içsel imajlar) oluşmasına neden olurlar.

2. Beynin Gelişimi Açısından Güvenli Bağlanma İlişkilerinin Önemi

Çocuklar dünyaya geldiklerinde yetişkinlerin yardımına ihtiyaç duyarlar. İhtiyaç duydukları tek şey, onları sıcak tutacak, besleyecek, temiz tutacak ve onlarla ilgilenecek birileri değildir. Bunlardan daha da önemlisi korktuklarında yanlarında olacak ve korkularını yenmelerine yardımcı olacak yetişkinlere ihtiyaç duyarlar. Eğer şanslılarsa etraflarında onlara bu tarz durumlarda düzenli olarak yardım eden, güven, emniyet ve şefkat dolu bir ortam sunabilen yetişkinler vardır. Bu durumda da çocukların beyninde aktive edilmiş tüm bağlantılar sağlıklı bir şekilde kurulur. Bu şekilde çocuğun ilk olarak bağ kurduğu kişi veya kişilerle arasında güvenli bağlanma ilişkileri oluşmaya başlar.
Anne-babaların çoğu bunu bilirler ve çocuklarıyla bu bağı güçlendirmek için oyun oynarlar. Örn; kısa süreliğine saklanırlar, çocuk korkmaya ve anne-babasını aramaya başladığında yeniden ortaya çıkarlar. Bu durumda çocuklara; saklanan kişiyi, kendi çabasıyla yeniden bulabilecekleri duygusunu verirler. Bununla birlikte hayattaki “tehlikeli” hallerle baş etmesi gerektiğinde, kendilerine güvenebilecekleri duygusunu da vermiş olurlar. Ayrıca bu oyunsu süreçlerde, beyindeki sinir hücreleri arasında bu bilgiyi taşıyan sinaptik bağlar kurulur. Bu şekilde kendine güven duygusu ve problemlerin çözümünde kendi yetilerine güvenme duygusu geliştirilmiş olur. Zamanla çocuğun ilişki kurduğu kişi sayısı artar ve çocuk da bu kişilerin sahip olduğu davranış biçimlerini, yetileri ve yaşamdaki duruş biçimlerini taklit etmeye başlar. Bu yetiler çocuğun iç dünyasının düzenlenmesi, yani korku ve stress durumlarıyla baş edebilmesi için yardımcı olurlar. Çocuk; bilgisini, yetilerini ve becerilerini deneyimleyerek arttırdıkça, erken dönemde çocuklukta ihtiyaç duyduğu güvenli bağlanma anlamını kaybetmeye başlar. Bu gelişim; bedende ciddi değişikliklere neden olan seks hormonlarının salınımın arttığı ve bununla beraberde düşünme, hissetme ve davranış biçimlerinin de değişmeye başladığı ergenlik döneminde had safhaya ulaşır. Başlangıçta başkalarına bağımlı olan bebek bu süreçlerin sonunda, kendisinin de seçebildiği, karmaşık, sosyal ilişkiler ağına bağlı bir insan olur.

Malesef bu süreçler her zaman yukarıda belirtildiği gibi sağlıklı ilerlemez. Çocukluk ve ergenlik döneminde; kendine olan güvenin bağımsız bir şekilde gelişmesini sağlayacak farklı deneyimleri yaşayamayan yetişkinlerin sayısı az değildir. Bu kişiler ya yaşamlarının ilk yıllarında bağlandıkları kişilerle bağımlılık ilişkilerini sürdürmeye devam ederler veya yetişkinlik dönemlerinde bu bağımlılık ilişkilerini devam ettirebilecekleri insanlarla ilişki kurmayı tercih ederler. Ve çocuk sahibi olduklarında da çocuklarını bu şekilde bağımlı yetiştirirler.

Erken çocukluk döneminde gelişen bu sorunlu bağımlı ilişkilerin en önemli sebebi, çocuğa o dönemde yeterince ruhsal ve duygusal destek verilmemesidir. Kariyerini her şeyden daha fazla önemseyen, hala kendini gerçekleştirmeyle uğraşan ve yaşamda birçok şeyin tadına bakıp, hayattan sadece zevk almaya çalışan anne-babaların sayısı azımsanamayacak kadar çoktur. Bu yetişkinler çoğunlukla; nasıl göründükleri, hobileri, evlerinin dekorasyonu ve elde ettikleri statülerini sergilemeyle uğraşırlar. Bu şekilde sadece kendi amaçlarını gerçekleştirmek isteyen anne-babalar için çocuklar daha çok bir “engel” sayılırlar. Her çocuğun ihtiyaç duyduğu; güven, ilgi ve ruhsal destek onlar için rahatsız edici durumlar yaratır. Bu tarz anne-babalar, çocuklarına karşı yapmaları gereken “görevlerini”  yaparlar, hatta zaman zaman çok da iyi yaptıklarını düşünürler. Çocuklarının dengeli beslenmelerini sağlarlar, temizliklerine ve hijyenlerine önem verirler, çocuklarına modaya uygun kıyafetler giydirirler ve çocukları için iyi olduğunu düşündükleri her şeyi satın alırlar. Çocuğa sürekli bir şeyler alarak, aslında kendi vicdanlarını rahatlatırlar. Çocuğun esas ihtiyacı olan şey; anne-babanın herşeyiyle onun yanında olması, çocuğun bedensel, duygusal ve ruhsal ihtiyaçlarını gidermesidir. Ama bu ebeveynler maalesef çocuklarına ihtiyaç duydukları bu şeyleri ya hiç vermezler ya da çocukların gerçekten ihtiyaç duydukları zamanda  veremezler. O yüzden bu tarz çocuklar, erken yaşta kendi kendileriyle kalmayı ve zorluklarla tek başlarına baş etmeyi öğrenmek zorunda kalırlar.
Bu çocuklarda, bağlanacakları ilk kişiye karşı güvenlik bağlanma yeterince gelişmez. Böylece eksik kalmış güvenlik hissini aşırı derecede benmerkezci olarak dengelemeye çalışırlar. Bu şekilde kendilerine sadece kendilerinin belirlediği bir dünya kurarlar. Kendilerini, onların tasavvurlarına uymayan ve yabancı insanlardan gelecek etkilere ve önerilere karşı koruma altına alırlar. Bu durumda kendilerinin oluşturduğu bu dünyada zorluklarla baş etme diye bir şey yoktur. Farklı deneyimler yaşanmaz ve gelişmekte olan beyine yerleşmezler. Çocuğun beyninde gerçekleşmesi gereken önemli kimi gelişimler ya gerçekleşmez ya da sınırlı düzeyde gerçekleşir. Bu çocuklar çoğunlukla masal dinlemeyi de reddederler. Motivasyon, bir konuyu kendi bağlamında anlama, akılda tutma, hatırlama, tanıma ve problemlerin anlaşılıp, çözülmesi gibi çocukların öğrenmeleri gereken yetiler yeterince gelişmez. Sosyal yaşamda; kendi yarattıkları dünyaya çekilme, yabancı düşünce ve tasavvurları reddetme, kendi tutum ve davranışını agresif bir biçimde savunma davranışlarını sergilediklerini gözlemleriz.

Çoğunlukla bu durumlarda kendi korkularını yenmek için geliştirdikleri sahte, tek taraflı bir özerklik stratejisi sergilediklerini görürüz. Bu durumda aktive olan sinir hücrelerinin kurulumu, ne kadar erken oluşmaya başlarsa o kadar kalıcı olur. Ve bu hücreler çocukların tüm hissetme, düşünme ve harekete geçme biçimlerini belirlemeye başlarlar. Bu durumla karşılaşmış çocuklar kendileri ile başkaları, özellikle de yetişkinler arasına sınırlar koyarlar. Ve eksik kalmış duyarlılıkları yüzünden çok yönlü sosyal becerileri gelişmez. Bununla birlikte, başkalarıyla birlikte geçerli çözümler bulma ve hem kendi hem de başkaları için sorumluluk alabilmenin temel koşulları oluşmamış olur.
Erken çocukluk döneminde gerçekleşen bağlanma ile ilgili bu problemler çocuğun beyninin ve kişiliğinin gelişimi üzerinde, ilerleyen yaşlarda düzeltilmesi çok zor etkiler bırakırlar. Güvenli bağlar geliştirememiş çocuklar bedensel ve duygusal yakınlık kurmaktan korkarlar. Bu korkularını yenemezlerse, ömür boyu izole, benmerkezci ve bağlanma problemleri olan yetişkinler olarak yaşamlarına devam ederler. Kimileri ise şanslı oldukları için; onları anlayan, başkalarıyla yavaş yavaş ilişki geliştirmelerine, insan ilişkilerine güvenmelerine ve problemler karşısında yavaş yavaş birlikte çözümler geliştirme konusunda onlara yardımcı olabilecek bir öğretmen veya eğitmen bulabilirler. Kimisi de zorluklarla baş edebilmek için geliştirdikleri sahte özerklik stratejilerinin devamı niteliğinde kendilerini yok ederler.

Beynin Gelişimi Açısından Güvenlik Sunan Yönelimlerin Anlamı

Erken çocukluk dönemindeki bağlanma durumu, yalnızca uzun ve karmaşık sosyalizasyon süreçlerinin ilk adımıdır. Her çocuk bu süreçlerde beynini; kimi yetileri ve becerilerini ötekilere göre daha fazla geliştirecek, kimi şeylere ötekilere göre daha fazla reaksiyon gösterecek, kimi duyguları ötekilere göre daha yoğun yaşayacak şekilde kullanmayı öğrenir. Veya beyin, içinde yaşadığı toplumda kendi yolunu bulabilmesi için buna; mecbur bırakılır, teşvik edilir ya da cesaretlendirilir.
Karmaşık ve kullanıma bağlı gelişen sinir ağlarının oluşumunu sağlayan beyin bölgesi, insanda en yavaş gelişen bölgedir. Bu bölge hayvan atalarına kıyasla insan beyninde daha çok gelişmiştir. Buna anatomik olarak frontal veya ön lob denir. Bu bölge; beynin diğer bölgelerinde daha önce oluşmuş ve orada depolanmış heyecan verici kimi motifleri bir araya getirerek bütünsel bir resmin oluşmasını sağlayan bölgedir. Bu durumda; derinlerde yatan, çok eskiden oluşmuş ve depolanmış bu motifler frontal lob tarafından yönetilir. İnsan; beyninin ön lobu olmadan geleceğe dair tasarımlar kuramaz, plan yapamaz, olayların gelişim sırasında göre sonuçlarını tahmin edemez, empati kuramaz, başkalarının duygularını anlayamaz ve sorumluluk duygusunu duyumsayamaz. Bizi diğer hayvanlardan en net şekilde ayıran bölge beynimizdeki frontal lobtur. Ve bu bölge, bizim eğitim veya sosyalizasyon dediğimiz süreçler ile biçimlendirilir.

Beynimizin kullanıma bağlı olarak biçim verilebilecek kısımları hakkında ne kadar az şey biliyoruz. İnsan beyninin gelişime bağlı biçimsel değişimleri, gelişmiş kimi metodlarla görselleştirilebiliyor. Bu da bugüne kadar doğru saydığımız kimi bilimsel gerçeklerin geçerliliğini yitirmesine sebep oluyor. Özellikle 3-6 yaş arası çocuklarda, planlama, organizasyon ve odaklanma becerilerini yöneten beynin ön lobu çok daha büyük bir hacim kaplar. 6-12 yaş arası çocuklarda; hacmi büyümüş ve yapısı giderek değişmeye başlayan bu bölge, mekan algısını yöneten ve soyut düşünmeden sorumlu olan bölgedir. Frontal bölgenin yapısı; ergenlikte bu bölgedeki nöronların birbirleriyle yaptığı bağlantılar ile ikinci kez değişir. Böylelikle bu bölgenin ölçülebilir bir şekilde hacimsel değişikliğe de uğradığı gözlemlenir. Beynin yapısındaki değişimler ergenlikten sonra da devam eder. Bu süreçteki değişimler ise, “use it, or lose it” (kullan ya da kaybet) prensibine bağlıdır.
Bütün bunların anlamı; sadece çocukluk dönemi değil ergenlik dönemi de, beynin bu dönemlerdeki kullanımına bağlı programlamanın yapıldığı çok önemli dönemlerdir. Beynin hacmi ve nöronların birbirleriyle yaptıkları bağlantılar (sinapslar), özellikle de frontal bölgedekiler, beynin çocukluk ve ergenlik döneminde, eğitim ve sosyalizasyon sürecinde kullanıma bağlı olarak değişir. Bu durumda mantık gereği, insan beyninin bu bölgesi sosyal bir ürün olarak görülebilir. Beynin frontal bölgesinde ve bu bölgenin diğer bölgeler (subkortikal) ile arasındaki bağlantıların oluşması ancak, çocuğa emzirme çağından itibaren çok yönlü deneyimlerin sunulması ve diğer insanlar üzerinde etki yaratabileceğini deneyimlemesi ile oluşurlar. Problemlerin üzerine gitmeyip kenara iten ebeveynler, çocuklarına başkalarının yardımıyla (ebeveynler) problemlerin çözülebileceği deneyimini yaşatmamış olurlar. Masallar bu noktada çocuğa kendi çözümlerini bulmasına yardımcı olabilecek önemli araçlardır. Bu deneyimlerden yoksun çocuklar yalnızca kendi arzuları, ihtiyaçları ve tasarımları doğrultusunda yaşarlar. Bu çocuklar benmerkezci, dik kafalı, despot olurlar ve öyle de kalırlar. Kendi yaşlarına uygun problemlerle karşılaşıp onların çözümlerine kafa yormayan çocuklar da, kendisinin etki alanlarını deneyimleme ve problem çözme konusundaki istekleri konusunda eksiklik yaşarlar. Bu durumda sadece özgüvenleri zayıflamaz, ayrıca benlikleri de çok duyarlı, hassas ve dağılmaya açık hale gelir. Bu çocuklar, anaokulunda veya ilkokulda belli bir şekilde düşünmeye ve davranmaya yönlendirildiklerinde çok zorluk çekerler. Bu zorlanmaları her nekadar yaşları itibariyle normal gibi görünse de aslında sosyal gelişimleri açısında küçük bir çocuğun yaşadığı aşamada takılı kalmışlardır.

Çocukların diğer insanlarla etkileşim kurmalarının engellenmesi, kendi yeti ve yeteneklerini deneyimleyip geliştirebilecekleri durumları yaşayamamaları, çocuklardaki bu gelişim geriliğini besleyen durumlardır. Örneğin tüm gün televizyon karşısında vakit geçiren çocuklar bu durumla karşı karşıyadırlar. Bu çocuklar “rahat” dursunlar diye, renkli imajlar, aksiyon dolu sahneler, sürekli değişen ve farklı duygu durumlarının oluşmasını sağlayan izlenimler ve korku uyandıran imajlarla cezalandırılırlar. Onların sorularına hiç kimse cevap vermez, hiçbirşeyi değiştiremezler, engelleyemezler ve yardımcı olup, olayların oluşumuna etkide bulanamazlar. Onlara kalan ise düşünsel ve davranışsal düzeyde yaşantılayamadıkları, çözüm arayışlarının önemsiz olduğu ve onlar olmadan, olayların onların etkisi olmadan da gelişebileceği duygusudur. Bu çocuklar davranışsal yetilerini, olaylara ve şeylere biçim verme yetilerini ve kendi değerlerini çok zor geliştirirler. Bunun sonunda herşeyi sürekli başkalarından bekleyen tüketiciler olup çıkarlar. Çünkü kendilerinden birşeyler verebilme ve durumlar karşısında kendi etkisini gösterebilme deneyiminden yoksun kalmışlardır. Çoğunlukla yalnız kalırlar, arkadaş bulamazlar, ilişkilerde derinleşemezler ve güven ilişkisi kurmadan korkularını gösteremezler.

Güvensizlik ve korku, karmaşık algıların ve reaksiyon mekanizmalarının oluşumunu engeller. Bu da çocukların, zorluklar karşısında hızlı kararlar alıp, önceden deneyimlenip beyinde kodlanmış stratejileri kullanmalarını zorlaştırır. Bu koşullar altında gerçekleşmeyen şey ise; var olan çözüm olanaklarının ötesine geçip karmaşık algı sistemlerinin filtrelenmesi, değerlendirilmesi ve bütünleştirmesine yarayacak yetilerin (yaratıcı süreçlerin ç.n) gelişememesidir. Çocuklar kendi algılarını çözüm süreçlerine, ancak daha önce bunu deneyimlediyseler entegre edebilirler. Yeni algılar ile daha önce yapılmış deneyimlerin birbirleriyle bağının kurulabilmesi gerekir. Düzenlenmemiş birçok farklı algının aynı anda aktif olması ve birbirine çarpması, bir yetişkin için dayanılmaz olduğu gibi çocuk için de öyledir. Bu karmaşa, frontal lobun yapması gereken kimi görevleri yerine getirememesine sebep olur. Muhtemelen bu durumu yaratan başka faktörlerde vardır. Çünkü günümüzde çocuklar beyinlerinin ön loplarında karışık sinir bağlantıları kuramıyorlar ve bunu stabilize edemiyorlar. Tüm bu göstergeler ilgi çekici kimi ortak durumlara dikkat çekiyor: Çocukların, hayatta bir karşılığı olan cevapları bulmalarına yardımcı olunmuyor. Çocuklara ya “her şeyi yaparım” veya “hiçbir şey yapmam” deniliyor. Ya da sordukları soruların akıllıca bir soru olmadığı söyleniyor. Çocuklar ve gençler için bu üç cevapta aynı oranda felakettir.
 İhtiyacınız olan tek şey şu sorular üzerine düşünüp bir vizyona sahip olmak: Çocuklar neden bu dünyadalar? Kendi deneyimlerini edinmeleri, becerileri kazanmaları ve bilgi edinmeleri neden bu kadar önemli? Burada yolculuğun nereye gideceğini bilemeyen kişi, bu yolculukta neye ihtiyacı oladuğunu, yanına ne alması gerektiğini de bilmez. Çocukların ve özellikle de gençlerin bu durumda yapacakları şey çok açık. Öncelikli olarak sizin “istediğiniz” şeyleri çantalarına tıkarlar. Daha sonra bir gün o tıktıkları bilgileri onlardan bıkmış bir halde bir köşeye atıverirler ve bir daha da yüzelerine bile bakmazlar ve canları “hiçbir şey “ yapmak istemez.
Bu durumda, kendi yaşamına yön verme ve bir anlam arayışı kaçınılmaz olarak sonlanır. Geride kalan tek şey ise olumsuz düşünmeye meğilli olma, rahatına düşkünlük ve tüketim olur. “Ben” ilgi çekebilmenin tek merkezine dönüşür. Bunu yaşamış olanlar büyümek de istemezler, masal dinlemek de. Çocukların günümüzde, beklenti, fırsatlar ve talepler kargaşasından kurtulup kendi yollarını bulabilmeleri için yönlendirilmeye ihtiyaçları vardır. Yani onlara bir dayanak noktası noktası sunan ve kararlarını almalarında yardımcı olacak, model alabilecekleri örneklere, içsel ortak değerlere ihtiyaçları vardır.

Çocuklar ancak hassas bir koruma ve yetkili bir yetişkinin rehberliğinde, önlerine sunulan bunca fırsat karşısında yaratıcı yetilerini kullanabilir ve kendi yetilerini, becerilerini geliştirip onların farkına varabilir. Ancak bu şekilde beynin frontal lobunda bir şeylere etki edebileceğine dair bilgileri taşıyan bağlantılar kurulur ve sabitlenir. Bundan sonraki öğrenme süreçlerinde ihtiyaç duyulacak olan kendi kendini motive edebilme hali de bu şekilde öğrenilecektir.
EĞİTİM şu koşullar altında başarısız olacaktır: Çocuklar, eğitimin ve bilgi edinmenin değersiz sayıldığı eğlence toplumunda büyüdüklerinde. aDünyanın yeniden yapılandırılmasına katkıda bulunmalarına izin verilmediğinde, yani sadece pasif tüketiciler olduklarında, Yaratıcılıklarını oyunsal süreçlerle keşfedip deneyimleyebilecekleri boş alanlar bırakılmadığında. Altından kalkamayacakları beklentiler altında boğulduklarında. Kendilerine olan güvenleri kırıldığında ve korku dolduklarında. Zorluklar ve problemler karşısında kendi deneyimlerini yaşayıp, kendi çözümlerini bulmalarına fırsat tanınmadığında. İstek ve ihtiyaçları dikkate alınmadığında.
Beyin araştırmaları gösteriyor ki, öğrenme ancak, çocuğa içine doğduğu ve büyüdüğü dünyada, kendi yolunu bulacak ve kendi çözümlerini üretmesine yardımcı olacak her türlü şey sayesinde gerçekleşir.

Artık daha fazla masal anlatılmasaydı...

Bu sorunun net bir şekilde cevaplandırılabilmesi için öncelikli olarak şu soruyu cevaplamaya ihtiyacımız var: Çocuklar, istedikleri şeyleri daha çok, bunun karşısında ihtiyaç duydukları şeyleri de daha az elde ettiklerinde ne olurdu? Henüz doğmamış bebek dahi anne karnında, beyninde birçok sinir ağlarının örülmesine sebep olan farklı deneyimler yaşar. Bunlar beyinde daha sonra dünyada kendi yollarını bulmalarına yardımcı olacak, hatırlamaya yardımcı içsel temsiller olarak kaydedilir. Bununla birlikte erken dönemde oluşmuş bu motifler zamanla gelişir ve başka motifler tarafından tamamlanır. Çocuğun yaşadığı bu deneyimler, onun beyninde şekillenen ve kök salan, tipik insani deneyimlerdir ve zamanla “insansı bireysellik”  denen durumun gelişmesine neden olur. Bütün memeli hayvanlar, hatta yumurtanın içindeki kuş yavruları bile dünyaya, kendilerine özgü spesifik deneyimler yaşayarak gelirler. Bunun tavuk ve ördek yavrularında çok net gözlemleyebiliriz. Yumurtadan çıkmadan önce anneleriyle çoktan “konuşmaya” başlamışlardır bile. Dünyaya geldiklerinde kendilerine ait bir bireysellikleri vardır. Bu tabii ki insansı değil, “ördeksi” veya “tavuksu” bir bireyselliktir. Ötücü kuşlarda, örn. bülbüllerde, yavru kuşlar yuvalarında otururken bile beyinlerindeki ötme merkezi olgunlaşmaya devam eder. Burada evvela sinir hücreleri sığ ve karmaşık bir biçimde bir ağ oluşturur. Zamanla baba kuş yuvanın yakınlarında şarkılarını ötmeye başladığında, yavru kuşların bu şarkıları dinlemeleriyle birlikte beyinlerindeki karmaşık sinir ağlarından, o türe özgü ötmeden sorumlu, karasteristik sinir ağları şekillenmeye başlar. Bu ne kadar sık gerçekleşirse, yavru kuşun beynindeki sinir ağları da o kadar sağlamlaşır. Aynı şekilde yavrular türe özgü şarkıları ne kadar az dinlerlerse, bunların beyinlerindeki iç temsilleri de o kadar zayıflar ve beynin gelişimi bu durumda normal seyrinde ilerlemez. Bu durumda kullanılmayan sinir ağlar yavaş yavaş çözülmeye başlar. Geriye kalan ise, bülbülün beynindeki şarkıları dinleyerek geliştirdiği ve bu şarkıların içsel temsillerinin karşılığı olan sinir ağlarıdır. Yavru kuşun beyninde bu süreçlerin yaşanabilmesi için, baba kuşun sıklıkla, sanatsal bir şekilde ve rahatsız edilmeden türe özgü bu şarkıları ötmesi gerekir. Bu yüzden bülbüller bu karmaşık şarkılarını yavrularına geceleri, herkesin uyuduğu zamanda öterler. Yavru kuşların bu şarkıları beyinlerine işleyebilmeleri için, tabii ki rahatsız edilmemeleri gerekir. Bülbüller yavrularına bu şarkıları sessiz ortamlarda söyleyemeselerdi, bülbülü bülbül yapan özellikler de ortadan kaybolmaya başlardı.

Bizler de çocuklarımıza masal anlatmadığımızda, masal anlatıcılığı ile sabitlenen ve çocuk beynini güçlendirilen her şey kaybolmaya mahkum olurdu. Bu şeylerin ne olduğunu unutan biri varsa, tekrar başa dönmesi gerekir.





Not: Bu makale Prf. Dr. Gerald Hüther'in izniyle çevirilmiştir ve izin alınmadan kopyalanıp çoğaltılamaz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder