4 Nisan 2016 Pazartesi

HİKÂYE ANLATICISININ YOLU-2-



“Çocukluk taşkınlığı bir masalın tohumudur, bir anlatıcının doğumudur.” 


İllüstrasyon: Mila Lozanova



Hikâye anlatmak demek dinleyiciye hayal kurdurmak demektir. Dinleyene hayal kurdurtmak için öncelikli olarak anlatıcının hayal kurabilmesi gerekir. Hikâye anlatıcılığı hayal kurdurma sanatıdır diyebiliriz o halde. Peki ama neyin hayalini kuracağız? 

Anlatıcı, anlatmak istediği hikâyenin dünyasını kendi hayal aleminde yeniden yaratır önce. “Bir zamanlar bir kral varmış.” derken kralın nasıl göründüğünü, nasıl koktuğunu, nasıl baktığını, karakterini, yaşadığı yeri, çocukluğunu çok iyi bilir anlatıcı. “Peki ama bunu nereden bilecek? Yazılı veya sözlü kaynaklardan bize ulaşan masallarda, hikâyelerde sadece, “Bir zamanlar bir kral varmış.” ibaresi var. Kral ile ilgili diğer ayrıntılara pek değinmiyorlar ki!” cümlelerini duyar gibiyim. İşte bu yazının yazılış sebebi de burada başlıyor. Nereden bilecek biliyor musunuz? Tabii ki hayal dünyasından. Muhayyile yeteneği anlatıcının en değerli malzemesidir. Ressamın renkleri, kalemleri, heykeltraşın yontacağı taşı, müzisyenin notaları varsa anlatıcının da hikâyesini yaratmak için hayal dünyası vardır. (Hayal dünyasının ötesinde sözcükler, sesler, beden, mekân da çok önemlidir. Ama bunlar başka yazıların konusu) Tıpkı bir örümceğin ağını dokuması gibi, anlatıcı da hayallerinin ipliğinden anlatacağı hikâyesini yeniden dokur. Metinden kurtulabildiği, kendi masalını, kendi hikâyesini yeniden yaratabildiği zaman anlatısı sanatsal bir forma bürünür. 

Hayal dünyası, hayal kurabilme becerisi hikâye anlatıcısının en önemli malzemesidir. Hayal kuramayan, hikâye anlatamaz. Muhayyile yeteniğimiz ile zihnimizde istediğimiz imgeleri yaratır, zamanı ve mekanı aşarız. Yoktan var ederiz herşeyi, varı yok ederiz. İç alemlerimizin krallığında yaşarız. Çocukluk bahçesinde koşarız. İmkansız diye bir şey yoktur orada. Elmalar konuşur, yılanlar prense dönüşür, kule bize yeraltı diyarına nasıl gideceğimizi söyler, bir meyvenin içinden küçük bir kız çocuğu çıkar, biz uzay boşluğunda uçarız, aynı anda hem burada hem orada olabiliriz. Bir var oluruz, bir yok oluruz. Varlık ve yokluk varoluşun iki yüzüne dönüşür. Masalların, rüyaların, şiirin, edebiyatın, bilimin ve felsefenin temelinde hayaller vardır. Ruhumuz hayallerin diliyle konuşur. Sınırlı olanı aşma arzusu bize hep hayal kurdurur. 

Peki herkes hayal kurabilir mi? EVET.

 Tibet yaradılış mitinde çok sevdiğim üç temel öğe var; Üç yumurta. Biri siyah, biri beyaz, diğeri de siyah-beyaz benekleri olan bir yumurta. Anlatılan mite göre siyah yumurtadan kara ruhlar, beyaz yumurtadan aydınlık ruhlar doğar. Özellikle benekli olan yumurtadan biz anlatıcılar  için çok önemli olan bir şey doğar.  Bu yumurtadan “dilekleri için dua eden şey” açığa çıkar. Bu şey şekilsizdir. Ne dünyanın güzelliklerini görmeye gözleri, ne ilahi sesleri duymaya kulakları, ne mis kokuları içine çekecek bir burnu, ne tüm güzelliklere ve çirkinliklere dokunacak elleri, ne de tanrısal tadların tadına varabilecek bir dili vardır. Bu şekilsiz “şey”in sadece düşünmeye, hissetmeye ve duyumsamaya yarayacak bir ruhu vardır. Bu ruh; onun gören gözü, koklayan burnu, dokunan elleri, işiten kulağı, dünyanın tadına varan dili olur. Bu sayede bütün dünyanın güzelliğinin tadına varır ve kendine yepyeni bir dünya yaratır. Bu “şey”in adı Sangs-Po ‘ bum khri dir. Yani dünyayı yaratan Tanrı. Bu "şey" bizim tanrısal yönümüzü işaret ediyor.  Bu tanrısal güç hepimizin içinde mevcut. Bu beynimizin hayal edebilme gücüdür. Bir anlatıcı herşeyden önce kendi içindeki  Sangs-Po ‘bum khri’yi keşfetmeli. Ancak o zaman hayaller alemine yolculuk yapabilir, kendi içinde dünyalar yaratabilir ve başkalarını da bu dünyalara davet edebilir.

Bu Tanrı biz çocukken hep bizimle birliktedir aslında. Biz büyüdükçe içinde yaşadığımız sistem tarafından hayal gücü kanatlarımız kesiliyor ve içimizdeki bu Tanrı bizi yavaş yavaş terk etmeye başlıyor. Özellikle sanayi devriminden bu yana eğitim sistemi rasyonel aklın gelişimini destekliyor ve pozitif bilimleri yüceltiyor. Burada; neden-sonuç ilişkileri, ölçülebilir ve aklın egemenliğe giren her türlü bilgi yüceltilirken, sezgisel ve hayali olan küçümseniyor. Bizim toplumumuzda ailelerimiz de okulun temsil ettiği bu sistemi en iyisi sayıp bizleri doktor, mimar, mühendis olmaya teşvik ediyor. Hatta çoğu zaman zorluyor. Böyle olunca da içimizdeki öyküler anlatan, hayaller kuran, oyunlar oynayan mitsel yönü, yani  dilekleri için dua eden, dünyalar yaratan Tanrıyı   kaybediyoruz. 

Jungcu Psikiyatris Nancy Qualls-Corbet “Kültürümüzün LOGOS yanı bizleri, olmaktan çok yapmaya, deneyimlemekten çok başarmaya, hissetmekten çok düşünmeye değer vermeye yöneltiyor.” derken rasyonel aklın nasıl yüceltildiğini, irrasyonel yanımızın nasıl köreltildiğini çok güzel ifade ediyor. Bunları söylerken Logos’un değersiz olduğunu söylemek istemiyorum asla. Akıl zaten hak ettiği değeri alıyorken unuttuğumuz hayellerimizi hatırlamanın önemli olduğunu söylemek istiyorum sadece. Peki ama bizi terk eden Tanrı Sangs-Po ‘bum khri’yi evimize nasıl davet edebiliriz? Onun için iç alemlerimizde nasıl bir yuva hazırlayabiliriz ki  bizi bir daha hiç terk etmesin?

Çocukluğumuzu, çocuksuluğumuzu, içimizdeki çocuğu (içimizdeki yaratıcı güç, içimizdeki sanatçı) yeniden keşfederek. Çocukluk zaman içerisinde döngüsünü tamamlayıp yerini yetişkinlik çağına bıraksa da aslında hep içimizde bir yerlerde gizli kalıyor. Yetişkinlik zamanlarında çocukluk fiziksel bir halden ziyade dünya ile aramızdaki bağı belirleyen bir tutum oluyor. İşte bu tutumu keşfedip ona sarılmaya ihtiyacımız var. Ancak o zaman yeniden içimizdeki çocuğun iç alemlerimizdeki krallığın en güzel yerine taht kurmasına izin verebiliriz. Tahtına oturmuş çocuğumuzun yardımıyla en güzel hikâyeleri yaratıp, en güzel masalda yaşayıp, bunları en iyi şekilde anlatmaya başlarız. Gaston Bachelard “Çocukluk taşkınlığı bir şiirin tohumudur.” derken bunu çok güzel ifade ediyor. Ben de bu ifadeyi kendi sanatıma tercüme etmek istiyorum. “Çocukluk taşkınlığı bir masalın tohumudur, bir anlatıcının doğumudur.” 

Çocukluk taşkınlığında neler gizlidir? Çocuklar bize bu gizemi çok güzel anlatırlar. Sözcükleriyle değil. Varlıkları ile anlatırlar bunu. Varoluş biçimleriyle. Nasıl mı?

Çocuk için henüz doğrular-yalnışlar kategorisi oluşmamıştır. Çocuk dünyaya merakla bakar, sorular sorar, yetişkinlerin belirlediği “sınırları” aşmak için çaba gösterir çocuk. Cevaplarla yetinmez, yeniden aynı soruları sorup durur. Alışkanlıklarının esiri değildir. Sonuç odaklı değildir, yaşadığı andadır. Hayal kurar. Nesnelerin canı vardır onun için, onlarla konuşur, öper, yaralarını sarar onların. Masalları sever, hayal alemlerine dalar, onun dünyasında herşey gerçek olabilir. Onun terk gerçeği OYUNdur. Çocuğun dili hayallerin, oyunun dilidir. 

Biz de içimizdeki çocuksu tutumu keşfedip, onu besleyip, büyüttükçe hayallerimizin kapısını da aralamış oluyoruz böylece. Bunun için bol bol oyun oynamaya, masal dinleyip, okumaya ve anlatmaya, AN da olma pratikleri yapmaya, belli bir hedefimiz olmadan durmaya, yürümeye, gülmeye, koşmaya, coşmaya, yavaşlamaya, bildiklerimizi unutup dünyaya sorular sormaya, cevaplarla yetinmemeye ve çocuklarla zaman geçirmeye ihtiyacımız var. Bunları yaptıkça içimizdeki çocukluk gizlendiği yerden çıkıp bize gülümsemeye başlayacak. Sebepsiz, “saçma”, komik, anlamsız, fantastik varoluşlar yaşayacak. Böylece bol bol hayaller kurmaya başlayacak. Ancak o zaman hayal gücü kaslarımız çalışacak, çalıştıkça güçlenecek. İşte, içimizden bir hikâye anlatıcısı doğmaya başladı bile :)

30 Mart 2016 Çarşamba

HİKÂYE ANLATICISININ YOLU-1-





Üzerine düşündüğüm, tefekküre daldığım bir konu var. Şöyle ki;  HİKÂYE ANLATICILIĞI NEDİR?
 
Her tefekkür bana bu konunun başka bir yönünü açıyor. “Ben” değiştikçe bu yönlerde değişiyor. Keşfettiğim bu hâlleri defterlerime yazıyorum uzun zamandır. Heyecanlarımı, keşiflerimi ve yüksek sesli düşünmelerimi bu alana ilgi duyan diğer insanlara da açsam ne olur acaba diye düşünüyorum öte yandan. Yani yüksek sesle düşünsem, sesime ses gelir belki uzaklardan. Belki benim hiç uğramadığım diyarlardan gelmiş biri bana oraları anlatır. Düşünce aleminin gitmediğim topraklarını getirir bana. Toprağım zenginleşir. Böylece bir MUHABBET başlar belki. Ya da hiçbir şey olmaz. Bilmiyorum. Sadece soruyu soruyorum ve yüksek sesle düşünmeye cesaret ediyorum. Hadi bakalım, hayırlısı :) Öyleyse başlasın yolculuğumuz :)

Hikaye anlatıcılığı; anlatıcı, dinleyici ve hikâye üçgeninde  icra edilen bir sanattır. Bir anlatıcı anlatmak istediği bir hikâyeyi onu dinlemeye gönüllü en az birine anlatmaya başladığında orada hikâye anlatıcılığı sanatı gerçekleşmeye başlar. Anadolu’daki kadim bilgelik bunu gökten düşen üç elma ile çok güzel anlatıyor. Biz anlatıcılar hikâyenin sonunda şöyle diyoruz: “Gökten üç elma düşmüş. Bu elmalardan biri dinleyiciye, biri hikâyeye, biri de anlatıcıya gitsin.” Elmalardan payını alan her bir bileşen bu sanatın gerçekleşmesi için çok önemli. Anlatıcı, anlatacağı hikâyesiyle tek başına olduğunda bu sanat gerçekleşmiyor. Bunun oluşabilmesi için dinleyenin kulaklarına, kalbine, zihnine ve ruhuna ihtiyaç var. Anlatıcı çiftçi gibidir kanımca. Çiftçi o sene hangi bitkiyi ekmek istiyorsa, bitkinin tohumlarını arar ve bulur. En iyi tohumları arar hep. Tohumlar anlatıcının hikâyesidir. Çiftçi tohumun can bulabilmesi için onu ekebileceği toprağa ihtiyaç duyar. İşte bu toprak dinleyicidir. Hikâyeler dinleycinin kulak  ve göz kapısından girer ve ruhunun tarlasına ekilir. Bu tarlaya ekilen tohumlar hayatın bağrında filizlenip, can bulabilir mi? Filizlense bile nasıl bir şeye dönüşür? Bunu anlatıcı bilemez. Yaşamın tohumları dinleyenin ruhunda bir CAN a duracaksa buna ancak hayat karar verir. İşte bu tohumun tarla ile buluşma dansı bir muhabbettir aslında. Çiftçinin tohum ile toprak ile muhabbeti. Anlatıcının hikâye ile, dinleyen ile, kendisi ile, nihâyetinde mutlâk hakikât ile muhabbeti…

Peki nedir bu MUHABBET? Sözcüğün etimolojik anlamına bakalım biraz.
“Arapça ḥbb2 kökünden gelen maḥabbat محبّة "dost olma, sevme, ahbaplık" sözcüğünden alıntıdır[1].” 

Muhabbet sevgi ile yapılabilecek bir dostluk çemberidir. Anlatma sanatı özü itibariyle MUHABBET sanatıdır. O zaman hikâye anlatmak ve dinlemek ancak sevgi ile yapılabilecek bir eylemdir diyebiliriz. Muhabbet sevgi ve dostluk varsa gerçekleşir. Anlatım sanatı sevginin olduğu yerde yeşerir. Anlatıcı kendini sever, hikâyesini sever, insanı severse bu yolculukta rehber olabilir. Muhabbet edebilir.

Bu; çocukluktan çocukluğa, hafızanın derinlerinde yatan imgeleri uyandıran bir muhabbettir. İmgelerle bağlantılı olan duyguları, düşünceleri ve insan hâllerini uyandıran bir sohbet. Geçmiş ve geleceğin o “an” da bir olduğu, cennetin zamanını yaşadığımız bir muhabbet. Anlatan ve dinleyenin “aynı” hikâyenin dünyasında buluştuğu; hem bir arada olduğu hem de tek başına olduğu bir hâl. Tayyi-mekân ve tayyi zamanı yaşadığımız BİR olma hâli. Yani aynı anda bir çok mekânda ve birçok zamanda olabileceğimiz bir yolculuk. 

Muhabbet edebilmek için kimliklerin ortadan kalkması, ben ve sen ayrımının olmaması gerekir. Kendi iç dünyamız ile dış dünyamız arasında duran kocaman ZANlarımızın ortadan kalkabilmesi de bunun ön koşullarından birisidir. Böylesi bir muhabbet bir şeyleri açıklamaz, bir şeyleri bildirmez, sadece ANLATIR. Zaten bildiğimiz bir şeyleri bize hatırlatır bu anlatı, bizi “oldurur”. Hâlden hâle sokar. Anlatının efsunu da burada gizli kanımca. Bizi; yaşımızdan, dini inancımızdan, siyasi görüşümüzden, etnik kökenimizden ve bize verilmiş veya sonradan oluşturduğumuz tüm kimliklerden arındırarak bir hikâyenin dünyasında buluşturur. Oradaki tek kimliğimiz İNSAN olmamızdır. İnsan varoluşumuzda şu koskoca  evrenin orta yerinde durmuş ve bir hikâyede buluşmuş oluruz. 

Peki ama kendimize dair edindiğimiz bu zanlarımızı nasıl ortadan kaldıracağız? Ben cesurum, ben güzelim, ben içime kapanık biriyim, ben aslında o kadar da güzel değilim ve sevilmeye değer değilim, bakın ne kadar iyi anlatıyorum değil mi? Yok yok ben aslında anlatamıyorum. Ben bu iş için doğmuşum. Ooo şurdaki dinleyici bana öyle bir bakıyor ki, galiba bana aşık oldu. Ben insanların gözüne bakamam. Ben hayal kuramam. Böyle uzayıp giden bir liste bu. Hep dışarından nasıl göründüğümüzle ilgilenen, hep toplumdaki yerini sağlamlaştırmaya çalışan bir ses. Benim kendi iç alemlerimden çok iyi tanıdığım bir ses.  Öte yandan bu ses bir “dert” ise, bana Şah Hatayi’nin o güzel ifadesini hatırlatan bir dert. “Bir derdim var bin dermana değişmem.” Bana rehber olan bu ses şu soruyu da sordurtuyor. Hepimizin kulağına sürekli bir şeyler fısıldayan bu ses ne zaman susar? Ki insanlarla "gerçekten" bulaşabileyim?

Çocukları izleyelim bir vakit. Onları gözlemleyelim. Böylece  görürüz ki onlarda bu zanlar gelişmemiştir. Nasılsa öyledirler. Varoluşlarında bir yarılma söz konusu değildir onların. Barışıktırlar. Nasılsa öyledirler ve bu da böyle güzeldir. 2 dakika önce tanıştığı bir çocukla oyun oynamaya başlar, güler, koşar ve kendilerini birlikte yere atarlar. An’ın çocuğudur onlar. An’ın varoluşunda yaşarlar. Anlatıcı da an’ın çocuğu olabildiğinde zanlarından kurtulur. 

Ne güzel söylemiş Yunus Emre : “Çekil aradan, kalsın yaradan.” Aradan çekilen ego, aradan çekilen zanlar bizi çocukluk cennetimize ulaştırır. Nasıl ki anlatıcı bir rehberdir, kendisi aradan çekildiğinde dinleyicisi de ona teslim olur. Onun zanları da aradan çekilmeye başlar. Anlatıcı kendi hallerini yayar atmosfere. Heyecanlı ise dinleyicisi de heyecanlanır, nefesi sıkışmışsa dinleyici de onunla birlikte sıkışır, rahatsa, aradan çekilmişse ve çocukluğun krallığında gezinebiliyorsa dinleyici de onunla birlikte bu krallıkta yolculuğa çıkar. Bilim dünyası bunu ayna nöronları ile açıklıyor. Çok merak edenler google amcaya ayna nöronlarını sorabilirler :)

Nihayetinde geldiğim yer şu oluyor. Hikâye anlatıcısının yolu çocukluk cennetinden geçiyor. Kanımca  cennet bahçesini yeniden keşfetmemiş bir anlatıcı AN’ın çocuğu olamıyor ve hikayesini hissederek, eğlenerek ve etkileyici bir şekilde anlatamıyor. Peki ama neden? Bu konu üzerine bir sonraki yazımda yüksek sesle düşüneyim…











[1] http://www.etimolojiturkce.com/kelime/muhabbet