“Çocukluk taşkınlığı bir masalın
tohumudur, bir anlatıcının doğumudur.”
İllüstrasyon: Mila Lozanova
|
Hikâye anlatmak demek dinleyiciye hayal kurdurmak demektir. Dinleyene hayal kurdurtmak için öncelikli olarak anlatıcının hayal kurabilmesi gerekir. Hikâye anlatıcılığı hayal kurdurma sanatıdır diyebiliriz o halde. Peki ama neyin hayalini kuracağız?
Anlatıcı,
anlatmak istediği hikâyenin dünyasını kendi hayal aleminde yeniden yaratır
önce. “Bir zamanlar bir kral varmış.” derken kralın nasıl göründüğünü, nasıl
koktuğunu, nasıl baktığını, karakterini, yaşadığı yeri, çocukluğunu çok iyi
bilir anlatıcı. “Peki ama bunu nereden bilecek? Yazılı veya sözlü kaynaklardan
bize ulaşan masallarda, hikâyelerde sadece, “Bir zamanlar bir kral varmış.” ibaresi
var. Kral ile ilgili diğer ayrıntılara pek değinmiyorlar ki!” cümlelerini duyar
gibiyim. İşte bu yazının yazılış sebebi de burada başlıyor. Nereden bilecek
biliyor musunuz? Tabii ki hayal dünyasından. Muhayyile yeteneği anlatıcının en
değerli malzemesidir. Ressamın renkleri, kalemleri, heykeltraşın yontacağı
taşı, müzisyenin notaları varsa anlatıcının da hikâyesini yaratmak için hayal
dünyası vardır. (Hayal dünyasının ötesinde sözcükler, sesler, beden, mekân da
çok önemlidir. Ama bunlar başka yazıların konusu) Tıpkı bir örümceğin ağını
dokuması gibi, anlatıcı da hayallerinin ipliğinden anlatacağı hikâyesini
yeniden dokur. Metinden kurtulabildiği, kendi masalını, kendi hikâyesini
yeniden yaratabildiği zaman anlatısı sanatsal bir forma bürünür.
Hayal
dünyası, hayal kurabilme becerisi hikâye anlatıcısının en önemli malzemesidir.
Hayal kuramayan, hikâye anlatamaz. Muhayyile yeteniğimiz ile zihnimizde
istediğimiz imgeleri yaratır, zamanı ve mekanı aşarız. Yoktan var ederiz
herşeyi, varı yok ederiz. İç alemlerimizin krallığında yaşarız. Çocukluk bahçesinde
koşarız. İmkansız diye bir şey yoktur orada. Elmalar konuşur, yılanlar prense
dönüşür, kule bize yeraltı diyarına nasıl gideceğimizi söyler, bir meyvenin
içinden küçük bir kız çocuğu çıkar, biz uzay boşluğunda uçarız, aynı anda hem
burada hem orada olabiliriz. Bir var oluruz, bir yok oluruz. Varlık ve yokluk
varoluşun iki yüzüne dönüşür. Masalların, rüyaların, şiirin, edebiyatın,
bilimin ve felsefenin temelinde hayaller vardır. Ruhumuz hayallerin diliyle
konuşur. Sınırlı olanı aşma arzusu bize hep hayal kurdurur.
Peki herkes
hayal kurabilir mi? EVET.
Tibet yaradılış mitinde çok sevdiğim üç temel
öğe var; Üç
yumurta. Biri siyah, biri beyaz, diğeri de siyah-beyaz benekleri olan bir
yumurta. Anlatılan mite göre siyah yumurtadan kara ruhlar, beyaz yumurtadan
aydınlık ruhlar doğar. Özellikle benekli olan yumurtadan biz
anlatıcılar için çok önemli olan bir şey
doğar. Bu yumurtadan “dilekleri için dua eden şey” açığa
çıkar. Bu şey şekilsizdir. Ne dünyanın güzelliklerini görmeye gözleri, ne ilahi
sesleri duymaya kulakları, ne mis kokuları içine çekecek bir burnu, ne tüm
güzelliklere ve çirkinliklere dokunacak elleri, ne de tanrısal tadların tadına varabilecek
bir dili vardır. Bu şekilsiz “şey”in
sadece düşünmeye, hissetmeye ve duyumsamaya yarayacak bir ruhu vardır. Bu ruh;
onun gören gözü, koklayan burnu, dokunan elleri, işiten kulağı, dünyanın tadına
varan dili olur. Bu sayede bütün dünyanın güzelliğinin tadına varır ve kendine
yepyeni bir dünya yaratır. Bu “şey”in adı Sangs-Po
‘ bum khri dir. Yani dünyayı
yaratan Tanrı. Bu "şey" bizim tanrısal yönümüzü işaret ediyor. Bu tanrısal güç hepimizin içinde mevcut. Bu beynimizin
hayal edebilme gücüdür. Bir anlatıcı herşeyden önce kendi içindeki Sangs-Po ‘bum khri’yi keşfetmeli. Ancak o zaman hayaller
alemine yolculuk yapabilir, kendi içinde dünyalar yaratabilir ve başkalarını da
bu dünyalara davet edebilir.
Bu Tanrı biz
çocukken hep bizimle birliktedir aslında. Biz büyüdükçe içinde yaşadığımız
sistem tarafından hayal gücü kanatlarımız kesiliyor ve içimizdeki bu Tanrı bizi
yavaş yavaş terk etmeye başlıyor. Özellikle sanayi devriminden bu yana eğitim
sistemi rasyonel aklın gelişimini destekliyor ve pozitif bilimleri yüceltiyor.
Burada; neden-sonuç ilişkileri, ölçülebilir ve aklın egemenliğe giren her türlü
bilgi yüceltilirken, sezgisel ve hayali olan küçümseniyor. Bizim toplumumuzda
ailelerimiz de okulun temsil ettiği bu sistemi en iyisi sayıp bizleri doktor,
mimar, mühendis olmaya teşvik ediyor. Hatta çoğu zaman zorluyor. Böyle olunca
da içimizdeki öyküler anlatan, hayaller kuran, oyunlar oynayan mitsel yönü, yani dilekleri
için dua eden, dünyalar yaratan Tanrıyı kaybediyoruz.
Jungcu Psikiyatris Nancy Qualls-Corbet
“Kültürümüzün LOGOS yanı bizleri,
olmaktan çok yapmaya, deneyimlemekten çok başarmaya, hissetmekten çok düşünmeye
değer vermeye yöneltiyor.” derken rasyonel aklın nasıl yüceltildiğini,
irrasyonel yanımızın nasıl köreltildiğini çok güzel ifade ediyor. Bunları
söylerken Logos’un değersiz olduğunu söylemek istemiyorum asla. Akıl zaten hak
ettiği değeri alıyorken unuttuğumuz hayellerimizi hatırlamanın önemli olduğunu
söylemek istiyorum sadece. Peki ama bizi terk eden Tanrı Sangs-Po ‘bum khri’yi evimize nasıl davet edebiliriz? Onun için iç alemlerimizde nasıl bir
yuva hazırlayabiliriz ki bizi bir daha
hiç terk etmesin?
Çocukluğumuzu, çocuksuluğumuzu,
içimizdeki çocuğu (içimizdeki yaratıcı güç, içimizdeki sanatçı) yeniden
keşfederek. Çocukluk
zaman içerisinde döngüsünü tamamlayıp yerini yetişkinlik çağına bıraksa da
aslında hep içimizde bir yerlerde gizli kalıyor. Yetişkinlik zamanlarında çocukluk
fiziksel bir halden ziyade dünya ile aramızdaki bağı belirleyen bir tutum
oluyor. İşte bu tutumu keşfedip ona sarılmaya ihtiyacımız var. Ancak o zaman
yeniden içimizdeki çocuğun iç alemlerimizdeki krallığın en güzel yerine taht
kurmasına izin verebiliriz. Tahtına oturmuş çocuğumuzun yardımıyla en güzel
hikâyeleri yaratıp, en güzel masalda yaşayıp, bunları en iyi şekilde anlatmaya
başlarız. Gaston Bachelard “Çocukluk taşkınlığı bir şiirin tohumudur.” derken
bunu çok güzel ifade ediyor. Ben de bu ifadeyi kendi sanatıma tercüme etmek
istiyorum. “Çocukluk taşkınlığı bir
masalın tohumudur, bir anlatıcının doğumudur.”
Çocukluk
taşkınlığında neler gizlidir? Çocuklar bize bu gizemi çok güzel anlatırlar. Sözcükleriyle
değil. Varlıkları ile anlatırlar bunu. Varoluş biçimleriyle. Nasıl mı?
Çocuk için
henüz doğrular-yalnışlar kategorisi oluşmamıştır. Çocuk dünyaya merakla bakar,
sorular sorar, yetişkinlerin belirlediği “sınırları” aşmak için çaba gösterir
çocuk. Cevaplarla yetinmez, yeniden aynı soruları sorup durur. Alışkanlıklarının
esiri değildir. Sonuç odaklı değildir, yaşadığı andadır. Hayal kurar.
Nesnelerin canı vardır onun için, onlarla konuşur, öper, yaralarını sarar
onların. Masalları sever, hayal alemlerine dalar, onun dünyasında herşey gerçek
olabilir. Onun terk gerçeği OYUNdur. Çocuğun dili hayallerin, oyunun dilidir.
Biz de içimizdeki
çocuksu tutumu keşfedip, onu besleyip, büyüttükçe hayallerimizin kapısını da
aralamış oluyoruz böylece. Bunun için bol bol oyun oynamaya, masal dinleyip,
okumaya ve anlatmaya, AN da olma pratikleri yapmaya, belli bir hedefimiz
olmadan durmaya, yürümeye, gülmeye, koşmaya, coşmaya, yavaşlamaya, bildiklerimizi
unutup dünyaya sorular sormaya, cevaplarla yetinmemeye ve çocuklarla zaman geçirmeye ihtiyacımız var. Bunları
yaptıkça içimizdeki çocukluk gizlendiği yerden çıkıp bize gülümsemeye
başlayacak. Sebepsiz, “saçma”, komik, anlamsız, fantastik varoluşlar yaşayacak.
Böylece bol bol hayaller kurmaya başlayacak. Ancak o zaman hayal gücü kaslarımız çalışacak,
çalıştıkça güçlenecek. İşte, içimizden bir hikâye anlatıcısı doğmaya başladı
bile :)
Yazılarınızın devamını merakla bekliyorum 😍
YanıtlaSilYazılarınızın devamını merakla bekliyorum 😍
YanıtlaSilMerhaba :) Bir süredir içime kaçtım sanırım :) Yazılarımı defterlerimden bloguma aktaracak gücü bulamıyorum. Umarım yakında o güç beni bulur da yenilerini sizinle paylaşabilirim :) Sevgiler
SilBekliyoruz.
YanıtlaSilBloga yeni yazı girdim :)
Sil