24 Ağustos 2017 Perşembe

HİKÂYE ANLATICILIĞINDA SÖZÜN GÜCÜ-1-



SÜTTE ÇİĞ, VARLIKTA SÖZ MAYASI...


 Yoğurdun mayası yoğurttur. İnsanın mayası insan.

Uzun zamandır evde yoğurt yapıyorum. Mutfakta kaynaması için ocağa koyduğum sütün başında beklerken onun içten içten değiştiğini gözlemliyorum. Sütün bu değişim süreçlerine tanıklık etmek beni çok etkiliyor. Süt köpürdükçe düşünce âleminin kapıları da aralanıyor. Köpüklerden yapılmış bir kayığın içinde, düşünce âlemlerinin derinliklerine doğru tefekküre dalıyorum. Her bir düşünce dalgasının ömrü köpük gibi kısa oluyor. Ben de düşünce köpükleri uçup gitmesin diye onları yazıya döküyorum. Neler mi düşünüyorum? 

Sütü tencereye koyuyorum ve tencereyi ocağa yerleştirip altını yakıyorum. Süt yavaş yavaş ısınmaya başlıyor. Bembeyaz bir masumiyete bürünerek, sütün varlığının derinliklerinde saklanmış olan süt kokusu yavaş yavaş mutfağa yayılmaya başlıyor. Biraz sonra süt coşuyor ve üzerinde köpükler dans etmeye başlıyor. Bu aşamada biraz bekliyorum. Süt iyice kaynamalı. Taşmasın diye tencerenin başından da ayrılmıyorum tabii. Süt yeterince kaynayınca, taşmadan önceki aşamada altını kapatıyorum. İtiraf etmek gerekirse bazen süt elimden daha çevik davranıyor ve ocağın beyaz yüzeyinde yayılmak üzere tenceredeki yuvasını terk ediyor. Bu aşamada zamanlama çok önemli. Daha sonra kaynamış sütü tencerede bekletiyorum. Bekleyen kaynamış sütün üzerinde bir süre sonra sarı bir kaymak tabakası oluşuyor. Bu kaymak bana varlığı ile dış dünya arasına sınırlar koyan ve bu sınırların ardında kendi yalnızlığına çekilip kendi kendini mayalayan insanı hatırlatıyor. Oluşan kaymağı bir kaseye alıyorum. Taze kaymak sabah kahvaltılarımızın vazgeçilmez yiyeceği. Daha sonra tenceredeki sütün soğumasını bekliyorum. 

Bir zamanlar anneme; peki ama bu sıcak süt ne kadar soğuyacak anne, diye sormuştum. O da bana harika bir cevap vermişti. “Süt parmağını ısırmayınca bil ki mayalanacak zamanı gelmiştir.” O günden beri serçe parmağımı süte koyuyorum, süt beni ısırmazsa mayanlanma zamanının geldiğini anlıyorum. Sütü tencereden kaselere döküyorum. Önceden ayırdığım mayayı tahta bir kaşıkla alıp kaseye bir tutam koyuyorum ve kapağını kapatıyorum. Neden mi tahta kaşık? Çünkü benim mayam çiğ mayası. Evet, evet bildiğimiz doğadaki çiğ. Eskiler yoğurdunu böyle mayalarmış. Bizim neyimiz eksik :) Derler ki Hıdırellez zamanının ilk üç günü doğaya düşen çiğde çok yararlı mikroorganizmalar vardır. Doğa kendi kendini mayalamak için kullanıyor bu çiğleri. İşte bu ilk üç günde toplanan çiğ mayalama yeteneğine sahiptir. Bir arkadaşım geçen sene Bolu’ya gitmiş ve sabahın 4’ünde uyanıp elinde bir çorba kaşığı ile tam tamına 2 saat beklemiş. Böylece bir çorba kaşığı çiğ toplayabilmiş. Arkadaşımın o çiğden mayaladığı yoğurt mayasını kullanıyorum ben. Doğa ananın bilgeliği ve hüneri evimden eksik olmuyor :)

İçine maya konulmuş süt kasesini nazikçe çalkalıyorum. Daha sonra kaseyi sıcacık bir battaniyeye sarıyorum. Süt, battaniyesine sarılmış olarak 6-7 saatlik bir uyku çekiyor. Uyku zamanı bitince battaniyeyi açıyorum. O da ne? Sütün yerinde yeller esiyor. Yerinde doğal probiotik kaynağı, lezzetli mi lezzetli bir yoğurt var artık. Süt halden hale girerek, varlığının derinliklerindeki hazineleri paylaşıyor bizimle. Bir bakıyorsunuz kaymak, bir bakıyorsunuz kefir, bir bakıyorsunuz peynir olmuş.
Tüm bu süreçler beni; mayalanma, dönüşme, varlığın sırlarının ortaya çıkması, gizli hazineler konusunda düşünmeye davet ediyor. Yoğurt kendisiyle mayalanıyor. Kendini kendinden çoğaltıyor. Isınan süt halden hale girince varlığı akışkan sütten, daha katı ve lezzetli yoğurda dönüşüyor. Aynı şekilde insan da insandan mayalanıyor. Hakiki rehberlerin sözünden, halinden…

Bizler de süt gibi halden hale girmiyor muyuz? Varlığımızın derinlerindeki hazinelerimiz her an bilinmek için bizleri; rüyalarımızda, hayallerimizde, iç geçirdiğimiz anlarda, kalbimizin hızla çarpttığı her durumda ziyaret etmiyor mu? Ediyor vallahi. Bunu hem kendi arayışlarımda, manevi yolculuklarımda hem de eğitimlerime gelen bütün öğrencilerimin parıldayan gözlerinde görüyorum.

Eski varlığımı terk edip yeni bir varoluşa doğru yelken açmak istiyorum. Ama nasıl? Süt bana yol gösteriyor. Aşk ile. Aşksız olmuyor. Nasıl ki sütü ısıtan ateş onu yavaş yavaş değiştirmeye başlıyor, aşk da bizi böyle yavaş yavaş ısıtıyor. Varlığın hakikatini ortaya çıkarmak için ateş lazım, aşk lazım. Aşk ateştir. Aşk kaynaktır. İnsan kendi varlığının derinliklerinde gömülü hazinelere aşık oldu mu ve maşukuna ulaşmak için çaba sarfetmeye, emek vermeye başladı mı yolculuk başlamış demektir. Zamanı gelince yol bizi maşuka götürür. Ama nasıl? Benim deneyimime göre hocasız, rehbersiz, mürşitsiz olmuyor. Nasıl ki ben  önce süt tenceresinin altını yakan ve sonra da zamanı gelince taşmasın diye altını kapatan bir iradeyim, ruhun uçsuz bucaksız topraklarında yolculuğa çıkmış ve maşukunu arayan aşığın da aşkının zaman zaman harlanması, zamanı gelince de bu ateşin kapatılması gerekiyor. Bize yol gösteren kamiller aşk ateşini harlıyor ve zamanı gelince de onu soğutuyor. Hakiki rehberler öğrencisinin varlığının derinliklerindeki ateşin ne zaman yakılacağını, ne zaman harlanacağını ve ne zaman söndürülüp, dinlendirileceğini çok iyi biliyorlar. Peki bunu nasıl yapıyorlar? HAL ile. SÖZ ile. Hal’in kelamı yoktur derler, o yüzden onun hakkında yazmam zor. Ama sözün mayalama yeteneği hakkında bir şeyler karalayabilirim.

Yoğurdun mayası yoğurttur, insanın mayası insan. İnsan sözden mayalanır. Söz; manayı kucaklar. Söz hem sesleri hemde sessizliği kucaklar. Söz halleri insana taşır. Sarıp sarmalar bizi söz. Hem dıştan hem de içten. Dıştan ses ile içten mana ile. Söz içtir, tekliktir, mayalanmadır. Göz kapıları kapanırsa söz varlığın iç alemlerinde bir dansa durur. İnsanın hakikatini aşkla yakar, aşkla dönüştürür.

Söz kelime değildir. Kelimeler sözü taşıyan bir kaptır. O kabın içinde sözün hakikati gizlidir. Bu hakikat insanın iç âleminde, sessiz bir yerde yaşar. Bedende öte ruhun topraklarıdır burası. Görünmez bir âlemdir. Görünmez âlemdeki hakikatler bilinmek isteyince, artık görünür olmak istiyorlar demektir. Bunun için kendilerine giyinebilecekleri bir elbise ararlar. Başka bir deyişle kendisini tutacak bir kaba ihtiyaç duyarlar. Bu elbise (kap) kelimedir. Elbisesini giyen, kabına akan hakikat bizim dünyamızda var olmaya, görünür, duyulur olmaya başlar. Kelimeler yaşayan varlıklardır. Kendilerine ait bir iç bir de dış varlıkları vardır. Kelimelerin dış varlığı seslerdir, iç varlığı ise hakikatler. Söz bütün bunların toplamıdır. İnsanın mayası sözdür demiştik. Ancak kendi iç varlığından kopmamış, özü ve görünüşü bütün olan sözün gerçekten mayalama, değitirip dönüştürme gücü vardır. 

Peki bu söz kendi iç varlığını kimde buluyor? İnsanda. İnsan olmadan sözcüklerin hakikatleri yaşayacakları bir toprak bulamıyorlar. Sözcüklerin hakikatlerini yaşamış ve onların kelimelerini bulmuş bir üstat konuşmaya başladı mı, hakikat arayışında olan yolcuyu mayalar. O üstadın sözcükleri manayı taşır. Mana hakikatin habercisidir. Hakikatler giydikleri ses elbisesi sayesinde kulaktan girer ve bizim iç varlığımızda bizi mayalamaya başlar. Hakiki ustaların sözü doğadan alınmış çiğ mayası gibi sağlıklıdır, lezzetlidir ve mayalama yeteneği vardır. Mayalanma süreçlerinde dönüşüm için  zaman gerekir. Sütü sarıp sarmalamıştım ben, yoğurt olsun diye. Ustamın yanından ayrıldım mı kendimi de sıcacık şefkat battaniyeme sarıp, sarmalıyorum. Battaniyenin içinde uzun uzun tefekküre dalıyorum. İçimdeki sözlerin yarattığı dalgaları izliyorum. Ve varlığın kendisine, varoluşa şükrediyorum. Bir anlatıcı ve eğitmen olarak düşünce yollarında topladığım bu hakikatleri mesleğimle birleştirmeden de rahat duramıyorum. Zira tüm okumalarım ve keşiflerim hikâye anlatıcısının yoluna çıkmadan tamamlanmışlık duygusunu yaşayamıyorum. 

Mevlânâ’nın sözleri yankılanıyor kulaklarımda; “Ne zamanki bir hikâye dinleriz, evimiz değişir.” Bu bana, sözcükler aracılığı ile aktarılmış hikâyelerin (hakikatlerin) değiştirip, dönüştürme gücünü hatırlatıyor. Hikâyeler özellikle sözlü gelenek ürünleri (masallar, mitler, bilgelik hikâyeleri, vs.) varlıklarının derinliklerinde dönüştürücü potansiyeller taşırlar. Peki bu potansiyeller nasıl aktive olur? Kanımca anlatıcının varlığında. Anlatıcı hikâyesini anlatmaya başlamadan önce bir süre onunla hemhal olur. Vakit geçirir. İşte bu hemhal olma sürecinde hikâyenin manasını kendi varlık aleminde yeniden yaratır. Hikâyeden aldığı her türlü ilhamla kendi iç varlığında yeni bir ev kurar. Bu ev o hikâyenin, anlatıcısının iç dünyasındaki biricik ve emsalsiz bir temsilidir. Bu yapının bir kulübe mi, bir saray mı, yoksa bir mabed mi olacağı anlatıcının iradesine, verdiği emeğe bağlıdır. Anlatıcı hikâyeden bir saray, hikâyeden bir mabed yaptı mı artık dinleyeni ile buluşmaya hazırdır. Bu süreçlerden geçen anlatıcı sözcüklerin iç varlığını bilir. Anlatmaya başlayınca sözcükleri iç varlığından, manadan koparak gelirse  hikâyenin dinleyen, de sözle mayalanır. 

Neden hikâyeler anlatıyor, hikâyeler dinliyor, bize rehberlik edecek hikâyeler arıyoruz? Hepimiz bir mananın peşindeyiz. Hikâyeler de bize aradığımız manayı sunabilecek çok kıymetli varlıklardır. Varlığın hakikatleri hikâyelerin içlerinde gizlidir. Hikâye bir kaptır, içindeki hakikat ise cevheridir. Bu cevher bizi içimizdeki sevgilimiz ile buluşturur. Aşık ile maşukun vuslatında hikâyeler bu yüzden önemli bir görev üstlenirler. Anlatacağı hikâye aracılığı ile içindeki maşuk ile buluşmuş anlatıcının sözleri dinleyenini de kendi içindeki sevgili ile buluşturur. Bunun adına hikmetli anlatım diyebiliriz. Sözün hikmetine sahip anlatıcının dinleyecilerini de bu hikmet dünyasına davet etmesi ancak anlatıcı hikâye elbisesinin içindeki  “öz varlığa” ulaşabilmişse ve ondan sonra orada edindiği halleri, sözcükleri dinleyicisi ile paylaşırsa oluyor. 

Özetle hikâye anlatıcısının eğitimi çiğ sütten yoğurt olma sürecidir diyebilirim. Çünkü anlatıcı sözcüklerle dans edendir.  “ Dil çünkü ruhtan doğar ve ruh dokunan, gezen, hareket eden, meyve verendir… Her şeyi takibe alır, yalnız değildir, en ufak şeyi izler, izlenimlerle taşar, kaynar, bunca şey dili, hem de her kendini kaynatıp taşıranı farklı ve kendine mahsus bir usare ile bir çiçek açtırır, onu konuşturur.” ŞULE GÜRBÜZ

***Bu sözcüklerin, varlığı ve sözleri ile her daim beni mayalayan üstadım Metin Bobaroğlu olmadan varlık bulamayacağını çok iyi biliyorum .Hocamın varlığına şükran duyuyorum.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder