SÜTTE ÇİĞ, VARLIKTA SÖZ
MAYASI...
Yoğurdun mayası yoğurttur. İnsanın mayası insan.
Uzun zamandır evde yoğurt yapıyorum. Mutfakta kaynaması için
ocağa koyduğum sütün başında beklerken onun içten içten değiştiğini gözlemliyorum.
Sütün bu değişim süreçlerine tanıklık etmek beni çok etkiliyor. Süt köpürdükçe
düşünce âleminin kapıları da aralanıyor. Köpüklerden yapılmış bir kayığın
içinde, düşünce âlemlerinin derinliklerine doğru tefekküre dalıyorum.
Her bir düşünce dalgasının ömrü köpük gibi kısa oluyor. Ben de düşünce köpükleri
uçup gitmesin diye onları yazıya döküyorum. Neler mi düşünüyorum?
Sütü tencereye koyuyorum ve tencereyi ocağa yerleştirip
altını yakıyorum. Süt yavaş yavaş ısınmaya başlıyor. Bembeyaz bir masumiyete
bürünerek, sütün varlığının derinliklerinde saklanmış olan süt kokusu yavaş
yavaş mutfağa yayılmaya başlıyor. Biraz sonra süt coşuyor ve üzerinde köpükler
dans etmeye başlıyor. Bu aşamada biraz bekliyorum. Süt iyice kaynamalı. Taşmasın
diye tencerenin başından da ayrılmıyorum tabii. Süt yeterince kaynayınca,
taşmadan önceki aşamada altını kapatıyorum. İtiraf etmek gerekirse bazen süt
elimden daha çevik davranıyor ve ocağın beyaz yüzeyinde yayılmak üzere
tenceredeki yuvasını terk ediyor. Bu aşamada zamanlama çok önemli. Daha sonra
kaynamış sütü tencerede bekletiyorum. Bekleyen kaynamış sütün üzerinde bir süre
sonra sarı bir kaymak tabakası oluşuyor. Bu kaymak bana varlığı ile dış dünya
arasına sınırlar koyan ve bu sınırların ardında kendi yalnızlığına çekilip
kendi kendini mayalayan insanı hatırlatıyor. Oluşan kaymağı bir kaseye
alıyorum. Taze kaymak sabah kahvaltılarımızın vazgeçilmez yiyeceği. Daha sonra
tenceredeki sütün soğumasını bekliyorum.
Bir zamanlar anneme; peki ama bu sıcak süt ne kadar soğuyacak
anne, diye sormuştum. O da bana harika bir cevap vermişti. “Süt parmağını
ısırmayınca bil ki mayalanacak zamanı gelmiştir.” O günden beri serçe parmağımı
süte koyuyorum, süt beni ısırmazsa mayanlanma zamanının geldiğini anlıyorum. Sütü
tencereden kaselere döküyorum. Önceden ayırdığım mayayı tahta bir kaşıkla alıp
kaseye bir tutam koyuyorum ve kapağını kapatıyorum. Neden mi tahta kaşık? Çünkü
benim mayam çiğ mayası. Evet, evet bildiğimiz doğadaki çiğ. Eskiler yoğurdunu
böyle mayalarmış. Bizim neyimiz eksik :) Derler ki Hıdırellez zamanının ilk
üç günü doğaya düşen çiğde çok yararlı mikroorganizmalar vardır. Doğa kendi
kendini mayalamak için kullanıyor bu çiğleri. İşte bu ilk üç günde toplanan çiğ
mayalama yeteneğine sahiptir. Bir arkadaşım geçen sene Bolu’ya gitmiş ve sabahın
4’ünde uyanıp elinde bir çorba kaşığı ile tam tamına 2 saat beklemiş. Böylece
bir çorba kaşığı çiğ toplayabilmiş. Arkadaşımın o çiğden mayaladığı yoğurt mayasını
kullanıyorum ben. Doğa ananın bilgeliği ve hüneri evimden eksik olmuyor :)
İçine maya konulmuş süt kasesini nazikçe çalkalıyorum. Daha
sonra kaseyi sıcacık bir battaniyeye sarıyorum. Süt, battaniyesine sarılmış olarak
6-7 saatlik bir uyku çekiyor. Uyku zamanı bitince battaniyeyi açıyorum. O da
ne? Sütün yerinde yeller esiyor. Yerinde doğal probiotik kaynağı, lezzetli mi
lezzetli bir yoğurt var artık. Süt halden hale girerek, varlığının
derinliklerindeki hazineleri paylaşıyor bizimle. Bir bakıyorsunuz kaymak, bir
bakıyorsunuz kefir, bir bakıyorsunuz peynir olmuş.
Tüm bu süreçler beni; mayalanma, dönüşme, varlığın sırlarının
ortaya çıkması, gizli hazineler konusunda düşünmeye davet ediyor. Yoğurt
kendisiyle mayalanıyor. Kendini kendinden çoğaltıyor. Isınan süt halden hale
girince varlığı akışkan sütten, daha katı ve lezzetli yoğurda dönüşüyor. Aynı
şekilde insan da insandan mayalanıyor. Hakiki rehberlerin sözünden, halinden…
Bizler de süt gibi halden hale girmiyor muyuz? Varlığımızın
derinlerindeki hazinelerimiz her an bilinmek için bizleri; rüyalarımızda, hayallerimizde,
iç geçirdiğimiz anlarda, kalbimizin hızla çarpttığı her durumda ziyaret etmiyor
mu? Ediyor vallahi. Bunu hem kendi arayışlarımda, manevi yolculuklarımda hem de
eğitimlerime gelen bütün öğrencilerimin parıldayan gözlerinde görüyorum.
Eski varlığımı terk edip yeni bir varoluşa doğru yelken açmak
istiyorum. Ama nasıl? Süt bana yol gösteriyor. Aşk ile. Aşksız olmuyor. Nasıl
ki sütü ısıtan ateş onu yavaş yavaş değiştirmeye başlıyor, aşk da bizi böyle
yavaş yavaş ısıtıyor. Varlığın hakikatini ortaya çıkarmak için ateş lazım, aşk
lazım. Aşk ateştir. Aşk kaynaktır. İnsan kendi varlığının derinliklerinde gömülü
hazinelere aşık oldu mu ve maşukuna ulaşmak için çaba sarfetmeye, emek vermeye
başladı mı yolculuk başlamış demektir. Zamanı gelince yol bizi maşuka götürür.
Ama nasıl? Benim deneyimime göre hocasız, rehbersiz, mürşitsiz olmuyor. Nasıl
ki ben önce süt tenceresinin altını
yakan ve sonra da zamanı gelince taşmasın diye altını kapatan bir iradeyim, ruhun
uçsuz bucaksız topraklarında yolculuğa çıkmış ve maşukunu arayan aşığın da
aşkının zaman zaman harlanması, zamanı gelince de bu ateşin kapatılması
gerekiyor. Bize yol gösteren kamiller aşk ateşini harlıyor ve zamanı gelince de
onu soğutuyor. Hakiki rehberler öğrencisinin varlığının derinliklerindeki ateşin
ne zaman yakılacağını, ne zaman harlanacağını ve ne zaman söndürülüp,
dinlendirileceğini çok iyi biliyorlar. Peki bunu nasıl yapıyorlar? HAL ile. SÖZ
ile. Hal’in kelamı yoktur derler, o yüzden onun hakkında yazmam zor. Ama sözün
mayalama yeteneği hakkında bir şeyler karalayabilirim.
Yoğurdun mayası
yoğurttur, insanın mayası insan. İnsan sözden mayalanır. Söz; manayı kucaklar. Söz hem
sesleri hemde sessizliği kucaklar. Söz halleri insana taşır. Sarıp sarmalar bizi söz. Hem dıştan hem de
içten. Dıştan ses ile içten mana ile. Söz
içtir, tekliktir, mayalanmadır. Göz kapıları kapanırsa söz varlığın iç
alemlerinde bir dansa durur. İnsanın hakikatini aşkla yakar, aşkla dönüştürür.
Söz kelime değildir. Kelimeler sözü taşıyan bir kaptır. O
kabın içinde sözün hakikati gizlidir. Bu hakikat insanın iç âleminde, sessiz
bir yerde yaşar. Bedende öte ruhun topraklarıdır burası. Görünmez bir âlemdir.
Görünmez âlemdeki hakikatler bilinmek isteyince, artık görünür olmak istiyorlar
demektir. Bunun için kendilerine giyinebilecekleri bir elbise ararlar. Başka
bir deyişle kendisini tutacak bir kaba ihtiyaç duyarlar. Bu elbise (kap) kelimedir.
Elbisesini giyen, kabına akan hakikat bizim dünyamızda var olmaya, görünür,
duyulur olmaya başlar. Kelimeler yaşayan varlıklardır. Kendilerine ait bir iç
bir de dış varlıkları vardır. Kelimelerin dış varlığı seslerdir, iç varlığı ise
hakikatler. Söz bütün bunların toplamıdır. İnsanın mayası sözdür demiştik.
Ancak kendi iç varlığından kopmamış, özü ve görünüşü bütün olan sözün gerçekten
mayalama, değitirip dönüştürme gücü vardır.
Peki bu söz kendi iç varlığını kimde buluyor? İnsanda. İnsan
olmadan sözcüklerin hakikatleri yaşayacakları bir toprak bulamıyorlar.
Sözcüklerin hakikatlerini yaşamış ve onların kelimelerini bulmuş bir üstat
konuşmaya başladı mı, hakikat arayışında olan yolcuyu mayalar. O üstadın
sözcükleri manayı taşır. Mana hakikatin habercisidir. Hakikatler giydikleri ses
elbisesi sayesinde kulaktan girer ve bizim iç varlığımızda bizi mayalamaya
başlar. Hakiki ustaların sözü doğadan alınmış çiğ mayası gibi sağlıklıdır,
lezzetlidir ve mayalama yeteneği vardır. Mayalanma süreçlerinde dönüşüm için zaman gerekir. Sütü sarıp sarmalamıştım ben,
yoğurt olsun diye. Ustamın yanından ayrıldım mı kendimi de sıcacık şefkat
battaniyeme sarıp, sarmalıyorum. Battaniyenin içinde uzun uzun tefekküre
dalıyorum. İçimdeki sözlerin yarattığı dalgaları izliyorum. Ve varlığın
kendisine, varoluşa şükrediyorum. Bir anlatıcı ve eğitmen olarak düşünce yollarında
topladığım bu hakikatleri mesleğimle birleştirmeden de rahat duramıyorum. Zira
tüm okumalarım ve keşiflerim hikâye anlatıcısının yoluna çıkmadan
tamamlanmışlık duygusunu yaşayamıyorum.
Mevlânâ’nın sözleri yankılanıyor kulaklarımda; “Ne zamanki
bir hikâye dinleriz, evimiz değişir.” Bu bana, sözcükler aracılığı ile
aktarılmış hikâyelerin (hakikatlerin) değiştirip, dönüştürme gücünü
hatırlatıyor. Hikâyeler özellikle sözlü gelenek ürünleri (masallar, mitler,
bilgelik hikâyeleri, vs.) varlıklarının derinliklerinde dönüştürücü potansiyeller
taşırlar. Peki bu potansiyeller nasıl aktive olur? Kanımca anlatıcının
varlığında. Anlatıcı hikâyesini anlatmaya başlamadan önce bir süre onunla
hemhal olur. Vakit geçirir. İşte bu hemhal olma sürecinde hikâyenin manasını
kendi varlık aleminde yeniden yaratır. Hikâyeden aldığı her türlü ilhamla kendi
iç varlığında yeni bir ev kurar. Bu ev o hikâyenin, anlatıcısının iç
dünyasındaki biricik ve emsalsiz bir temsilidir. Bu yapının bir kulübe mi, bir
saray mı, yoksa bir mabed mi olacağı anlatıcının iradesine, verdiği emeğe
bağlıdır. Anlatıcı hikâyeden bir saray, hikâyeden bir mabed yaptı mı artık
dinleyeni ile buluşmaya hazırdır. Bu süreçlerden geçen anlatıcı sözcüklerin iç
varlığını bilir. Anlatmaya başlayınca sözcükleri iç varlığından, manadan
koparak gelirse hikâyenin dinleyen, de
sözle mayalanır.
Neden hikâyeler anlatıyor, hikâyeler dinliyor, bize
rehberlik edecek hikâyeler arıyoruz? Hepimiz bir mananın peşindeyiz. Hikâyeler
de bize aradığımız manayı sunabilecek çok kıymetli varlıklardır. Varlığın
hakikatleri hikâyelerin içlerinde gizlidir. Hikâye bir kaptır, içindeki hakikat
ise cevheridir. Bu cevher bizi içimizdeki sevgilimiz ile buluşturur. Aşık ile
maşukun vuslatında hikâyeler bu yüzden önemli bir görev üstlenirler. Anlatacağı
hikâye aracılığı ile içindeki maşuk ile buluşmuş anlatıcının sözleri
dinleyenini de kendi içindeki sevgili ile buluşturur. Bunun adına hikmetli anlatım
diyebiliriz. Sözün hikmetine sahip anlatıcının dinleyecilerini de bu hikmet
dünyasına davet etmesi ancak anlatıcı hikâye elbisesinin içindeki “öz varlığa” ulaşabilmişse ve ondan sonra orada
edindiği halleri, sözcükleri dinleyicisi ile paylaşırsa oluyor.
Özetle hikâye
anlatıcısının eğitimi çiğ sütten yoğurt olma sürecidir diyebilirim. Çünkü
anlatıcı sözcüklerle dans edendir. “ Dil çünkü ruhtan doğar ve ruh dokunan,
gezen, hareket eden, meyve verendir… Her şeyi takibe alır, yalnız değildir, en
ufak şeyi izler, izlenimlerle taşar, kaynar, bunca şey dili, hem de her kendini
kaynatıp taşıranı farklı ve kendine mahsus bir usare ile bir çiçek açtırır, onu
konuşturur.” ŞULE GÜRBÜZ
***Bu sözcüklerin, varlığı ve sözleri ile her daim beni mayalayan üstadım Metin Bobaroğlu olmadan varlık bulamayacağını çok iyi biliyorum .Hocamın varlığına şükran duyuyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder