Yazan: Nörobiyolog, Prof.Dr. Gerald Hüther Çeviren: Nazlı Çevik
Bu yazı 2005 sonbaharında, BaldKarlshafen’da yapılan Masal Kongresi için yazılmıştır.
Çocuklar Neden Masallara İhtiyaç Duyarlar
Masal Anlatma Kültürünün Korunması
İçin Öne Sürülen Kimi Nörobiyolojik Argümanlar
1.Giriş:
Elinizde çocuklarınızın
sakince oturup dinlemelerini sağlayacak, aynı zamanda hayal gücünü
geliştirecek, kelime dağarcığını arttıracak ve tüm bunlarında ötesinde empati
kurma becerilerini geliştirip, özgüvenini arttırarak, geleceğe daha güvenli ve
korkusuzca bakmasını sağlayacak büyülü bir değnek olduğunu hayal edin. Çocuk
beyni için oldukça faydalı olan ve hiçbir ücret ödemeden edinebileceğiniz bu
değnek aslında zaten mevcut. Bu büyülü değneği kullandığınızda kazanacağınız
çok şey olacaktır. Bunlar arasında yakınlık, güven ve çocuklarınızın
gözlerindeki ışıltıyı sayabiliriz. Bedelini hiçbir şeyle ödeyemeyeceğimiz bu
büyülü değnek, çocuklarımıza anlattığımız veya okuduğumuz masallardır. Masal saatleri
öğrenmenin en üst seviyeye ulaştığı en etkili saatlerdir.
Çocuklarda öğrenme (tıpkı yetişkinlerde de olduğu
gibi) beyindeki duygu merkezleri uyarılınca, yani heyecan yaratıp, güçlü
etkiler bırakınca gerçekleşir. Bu durumda beyin hücreleri arasındaki yeni
bağlantıları sağlayacak olan hormonların salınımı giderek artmaya başlar. Öğrenmeyi bu derece etkili kılan en etkili şeylerden birisi “oyun”
dur. Çocuk kendini ve dünyayı oyun aracılığı ile keşfeder. Diğeri ise, aynı
şekilde çocukların dünyaya ve hayata dair birçok şeyi deneyimledikleri “Masal Saatleri”
dir. Bu da, çocuğun güvendiği birinin ona masalı anlatması veya okuması ile
gerçekleşir. Bu güçlü duyguların (beyindeki duygu merkezlerinin çok yoğun bir biçimde
uyarıldığı, hormonların, korku merkezleri uyarıldığındaki “alarm” durumunu
yaşamadığı), oluşabilmesi için yaratılan atmosfer çok önemlidir. Bunun için
masal saatlerinde bir mum yakılabilir veya bu saatlere özel başka bir ritüel bulunabilinir.
Bu tarz bir atmosfer çocukların, sükûneti yakalayıp, odaklanmalarına yardımcı
olacaktır. Ancak bu şekilde çocuk beyninde karmaşık uyarıcı örüntüler(kodlar/sinaptik
bağlantılar) kurulabilir ve beyinde kalıcı hale getirilebilirler. Ayrıca
masalın içeriği de bu atmosferlerin oluşmasına yardımcı olacak şekilde “uygun”
olmak zorundadır. Çocukları heyecanlandıran ve korkutan masal öğeleri, ancak masal
mutlu sonla bittiği sürece uygundur. Ayrıca masalın nasıl anlatıldığı veya
okunduğu da çok önemlidir. Çocuk masalı anlatan veya okuyan yetişkinin de
masaldan etkilendiğini, heyecanlandığını, üzüldüğünü veya şaşırdığını görmek
ister. Bu duygusal kıvılcımlar çocuğa ancak;
yetişkin masalı yaşayarak ve çocuğun gözlerinin içine bakarak anlattığı
zaman geçebilir. Çocuk ile yetişkin arasındaki bu yakın temas ve çocuğun
masalın duygu dünyasına girmesini sağlamak, yetişkinin masalı okuması ile değil
anlatması ile elde edilir. Ses kayıt cihazları veya videolar, bu duygusal
yakınlığın oluşmasına izin vermez, çünkü bu araçlar çocuğun masalı dinlerken
verdiği tepkilere karşılık veremezler. Çocukları yaşadıkları duygularla yalnız
bırakırlar. Buradan bakıldığında, aslında
sihirli değnek masallar değildir. Yetişkinin masalı kendisi yaşıyormuşçasına
anlatmasıdır. Bu şekilde çocuğun
masalın duygu dünyasına girmesini ve masalın karakterleri ile kurduğu duygusal
ilişkinin onu sürüklemesine izin vermesini sağlayacaktır. Masallar çocuk beynini güçlendiren besinler gibidir.
Hepsi bu kadar mı? Hayır, değil. Çünkü masalı çocuğa
anlatan yetişkinin beyninde de bir takım değişiklikler gerçekleşir. Yetişkinin
beyninde eski hatıralar, yaşantılar canlanır. Bunlar sadece masalın o an
anlatılan içeriğine dair yaşantılar değildir, çocukken masal dinlediği (masal
dinleyerek büyümüşse tabi) zamanlardaki anıları ve masal dinlerken hissettiği
duyguları canlanır. Ve o zamanlar ki, sevdiği bir yetişkinle yaşadığı yoğun
karşılaşma deneyimi ve atmosferi beyinde yeniden canlanır. Hatta sıklıkla bu
durumla bağlantılı olarak, bedenin hafızası canlanır ve kimi duyumların
(sarılma, ürperti, karıncalanma) bedendeki etkileri ve masal dinlerken oturduğu
koltuğun, yattığı yatağın hissi beyinde yeniden canlanır. Tüm bunlar, erken
çocukluk döneminde yaşanmış deneyimlerin beyinde kaydedildiği yerden,
hissedilebilir ve görünebilir şekilde ortaya çıkarlar. Masallar biz
yetişkinleri de esrarengiz bir şekilde güçlendirir, çünkü masallar genel olarak
eski, duygusal ve pozitif olarak değerlendirilip beyinde kaydedilmiş anıları
yeniden canlandırırlar. İç sıkıntılar, endişe ve korkular kaybolurlar ve kişi
kendini çok daha iyi, güçlü, korkusuz, özgürleşmiş ve aynı zamanda köklenmiş
hisseder. Masallar yetişkin ruhu için
ilaç gibidir.
Hepsi bu kadar mı? Tabii ki hala değil. Masallar
yalnızca hikayeleri değil, kendilerine ait imajları, yetişkinlerin içlerinde
büyüdüğü aile, sülale ve topluluğun iletilerini, saklı mesajlarını, sonunda da
belli bir kültürün kodlarını, o kültürün içinde yaşayan çocuğa aktarırlar. Bir
toplulukta oluşturulmuş ve topluluk içinde yayılan bilginin sunulduğu, güvenli
ve tanıdık bir platform sunarlar. Buradan bakıldığında masallar kültürel
kimliklerin oluşmasına katkı sunarlar ve toplulukların birlik güçlendirirler.
Başka şekilde ifade etmek gerekirse,
masallar kültürel birliktelikleri kuran, bağlayan balmumu gibidir.
Beyin araştırmacılarının son yıllardaki görüntüleme
teknikleriyle (EMAR) gösterebildikleri gibi, beyindeki sinir hücrelerinin
birbirleriyle kurdukları bağlantılar;
düşünce, duygu ve eylemde bulunma biçimlerinin içsel temsilleri, bugüne
kadar kabul edilen görüşün ötesinde, kişisel deneyimlerin biçimlendirdiği bir
şeydir. Yaşamda kalma deneyimlerinin kişisel ve kolektif biçimleri kuşaktan
kuşağa aktarılır (Bilginin, yeteneklerin, becerilerin, hayallerin, kuralların,
değerlendirme kriterlerinin, davranış ve yön bulma biçimlerinin devredilmesi
sonraki kuşaklara aktarılması). Masallar, hayatta kalma stratejilerine dair
önemli mesajların kuşaklar arası aktarımını sağlayan, ayrıca insanlar arası
ilişkilerin nasıl yapılandırılacağına dair önemli bilgileri taşıyan araçlardır.
İnsanların birbirlerine anlattıkları masallar, ilişki kurma becerilerini,
yaratıcılığı ve toplulukların hayallerini belirleyici güçlere sahiptirler.
Bunun da ötesinde insanların beyinlerinde, sinir hücrelerinin birbirleriyle
yaptıkları yeni bağlantıların ve içsel temsillerin (içsel imajlar) oluşmasına
neden olurlar.
2. Beynin Gelişimi Açısından Güvenli
Bağlanma İlişkilerinin Önemi
Çocuklar dünyaya geldiklerinde yetişkinlerin yardımına
ihtiyaç duyarlar. İhtiyaç duydukları tek şey, onları sıcak tutacak, besleyecek,
temiz tutacak ve onlarla ilgilenecek birileri değildir. Bunlardan daha da önemlisi
korktuklarında yanlarında olacak ve korkularını yenmelerine yardımcı olacak
yetişkinlere ihtiyaç duyarlar. Eğer şanslılarsa etraflarında onlara bu tarz
durumlarda düzenli olarak yardım eden, güven, emniyet ve şefkat dolu bir ortam
sunabilen yetişkinler vardır. Bu durumda da çocukların beyninde aktive edilmiş
tüm bağlantılar sağlıklı bir şekilde kurulur. Bu şekilde çocuğun ilk olarak bağ
kurduğu kişi veya kişilerle arasında güvenli bağlanma ilişkileri oluşmaya
başlar.
Anne-babaların çoğu bunu bilirler ve çocuklarıyla bu
bağı güçlendirmek için oyun oynarlar. Örn; kısa süreliğine saklanırlar, çocuk
korkmaya ve anne-babasını aramaya başladığında yeniden ortaya çıkarlar. Bu
durumda çocuklara; saklanan kişiyi, kendi çabasıyla yeniden bulabilecekleri
duygusunu verirler. Bununla birlikte hayattaki “tehlikeli” hallerle baş etmesi
gerektiğinde, kendilerine güvenebilecekleri duygusunu da vermiş olurlar. Ayrıca
bu oyunsu süreçlerde, beyindeki sinir hücreleri arasında bu bilgiyi taşıyan sinaptik
bağlar kurulur. Bu şekilde kendine güven duygusu ve problemlerin çözümünde
kendi yetilerine güvenme duygusu geliştirilmiş olur. Zamanla çocuğun ilişki
kurduğu kişi sayısı artar ve çocuk da bu kişilerin sahip olduğu davranış
biçimlerini, yetileri ve yaşamdaki duruş biçimlerini taklit etmeye başlar. Bu
yetiler çocuğun iç dünyasının düzenlenmesi, yani korku ve stress durumlarıyla
baş edebilmesi için yardımcı olurlar. Çocuk; bilgisini, yetilerini ve becerilerini
deneyimleyerek arttırdıkça, erken dönemde çocuklukta ihtiyaç duyduğu güvenli bağlanma
anlamını kaybetmeye başlar. Bu gelişim; bedende ciddi değişikliklere neden olan
seks hormonlarının salınımın arttığı ve bununla beraberde düşünme, hissetme ve
davranış biçimlerinin de değişmeye başladığı ergenlik döneminde had safhaya
ulaşır. Başlangıçta başkalarına bağımlı olan bebek bu süreçlerin sonunda,
kendisinin de seçebildiği, karmaşık, sosyal ilişkiler ağına bağlı bir insan
olur.
Malesef bu süreçler her zaman yukarıda belirtildiği
gibi sağlıklı ilerlemez. Çocukluk ve ergenlik döneminde; kendine olan güvenin
bağımsız bir şekilde gelişmesini sağlayacak farklı deneyimleri yaşayamayan
yetişkinlerin sayısı az değildir. Bu kişiler ya yaşamlarının ilk yıllarında
bağlandıkları kişilerle bağımlılık ilişkilerini sürdürmeye devam ederler veya
yetişkinlik dönemlerinde bu bağımlılık ilişkilerini devam ettirebilecekleri
insanlarla ilişki kurmayı tercih ederler. Ve çocuk sahibi olduklarında da
çocuklarını bu şekilde bağımlı yetiştirirler.
Erken çocukluk döneminde gelişen bu sorunlu bağımlı
ilişkilerin en önemli sebebi, çocuğa o dönemde yeterince ruhsal ve duygusal
destek verilmemesidir. Kariyerini her şeyden daha fazla önemseyen, hala kendini
gerçekleştirmeyle uğraşan ve yaşamda birçok şeyin tadına bakıp, hayattan sadece
zevk almaya çalışan anne-babaların sayısı azımsanamayacak kadar çoktur. Bu yetişkinler
çoğunlukla; nasıl göründükleri, hobileri, evlerinin dekorasyonu ve elde
ettikleri statülerini sergilemeyle uğraşırlar. Bu şekilde sadece kendi
amaçlarını gerçekleştirmek isteyen anne-babalar için çocuklar daha çok bir “engel”
sayılırlar. Her çocuğun ihtiyaç duyduğu; güven, ilgi ve ruhsal destek onlar
için rahatsız edici durumlar yaratır. Bu tarz anne-babalar, çocuklarına karşı
yapmaları gereken “görevlerini”
yaparlar, hatta zaman zaman çok da iyi yaptıklarını düşünürler.
Çocuklarının dengeli beslenmelerini sağlarlar, temizliklerine ve hijyenlerine
önem verirler, çocuklarına modaya uygun kıyafetler giydirirler ve çocukları
için iyi olduğunu düşündükleri her şeyi satın alırlar. Çocuğa sürekli bir
şeyler alarak, aslında kendi vicdanlarını rahatlatırlar. Çocuğun esas ihtiyacı
olan şey; anne-babanın herşeyiyle onun yanında olması, çocuğun bedensel,
duygusal ve ruhsal ihtiyaçlarını gidermesidir. Ama bu ebeveynler maalesef
çocuklarına ihtiyaç duydukları bu şeyleri ya hiç vermezler ya da çocukların
gerçekten ihtiyaç duydukları zamanda veremezler. O yüzden bu tarz çocuklar, erken
yaşta kendi kendileriyle kalmayı ve zorluklarla tek başlarına baş etmeyi
öğrenmek zorunda kalırlar.
Bu çocuklarda, bağlanacakları ilk kişiye karşı güvenlik
bağlanma yeterince gelişmez. Böylece eksik kalmış güvenlik hissini aşırı derecede
benmerkezci olarak dengelemeye çalışırlar. Bu şekilde kendilerine sadece
kendilerinin belirlediği bir dünya kurarlar. Kendilerini, onların tasavvurlarına
uymayan ve yabancı insanlardan gelecek etkilere ve önerilere karşı koruma
altına alırlar. Bu durumda kendilerinin oluşturduğu bu dünyada zorluklarla baş
etme diye bir şey yoktur. Farklı deneyimler yaşanmaz ve gelişmekte olan beyine
yerleşmezler. Çocuğun beyninde gerçekleşmesi gereken önemli kimi gelişimler ya
gerçekleşmez ya da sınırlı düzeyde gerçekleşir. Bu çocuklar çoğunlukla masal
dinlemeyi de reddederler. Motivasyon, bir konuyu kendi bağlamında anlama,
akılda tutma, hatırlama, tanıma ve problemlerin anlaşılıp, çözülmesi gibi
çocukların öğrenmeleri gereken yetiler yeterince gelişmez. Sosyal yaşamda;
kendi yarattıkları dünyaya çekilme, yabancı düşünce ve tasavvurları reddetme,
kendi tutum ve davranışını agresif bir biçimde savunma davranışlarını
sergilediklerini gözlemleriz.
Çoğunlukla bu durumlarda kendi korkularını yenmek için
geliştirdikleri sahte, tek taraflı bir özerklik stratejisi sergilediklerini
görürüz. Bu durumda aktive olan sinir hücrelerinin kurulumu, ne kadar erken
oluşmaya başlarsa o kadar kalıcı olur. Ve bu hücreler çocukların tüm hissetme,
düşünme ve harekete geçme biçimlerini belirlemeye başlarlar. Bu durumla
karşılaşmış çocuklar kendileri ile başkaları, özellikle de yetişkinler arasına
sınırlar koyarlar. Ve eksik kalmış duyarlılıkları yüzünden çok yönlü sosyal
becerileri gelişmez. Bununla birlikte, başkalarıyla birlikte geçerli çözümler
bulma ve hem kendi hem de başkaları için sorumluluk alabilmenin temel koşulları
oluşmamış olur.
Erken çocukluk döneminde gerçekleşen bağlanma ile
ilgili bu problemler çocuğun beyninin ve kişiliğinin gelişimi üzerinde,
ilerleyen yaşlarda düzeltilmesi çok zor etkiler bırakırlar. Güvenli bağlar
geliştirememiş çocuklar bedensel ve duygusal yakınlık kurmaktan korkarlar. Bu korkularını
yenemezlerse, ömür boyu izole, benmerkezci ve bağlanma problemleri olan
yetişkinler olarak yaşamlarına devam ederler. Kimileri ise şanslı oldukları
için; onları anlayan, başkalarıyla yavaş yavaş ilişki geliştirmelerine, insan
ilişkilerine güvenmelerine ve problemler karşısında yavaş yavaş birlikte
çözümler geliştirme konusunda onlara yardımcı olabilecek bir öğretmen veya
eğitmen bulabilirler. Kimisi de zorluklarla baş edebilmek için geliştirdikleri
sahte özerklik stratejilerinin devamı niteliğinde kendilerini yok ederler.
Beynin Gelişimi Açısından Güvenlik
Sunan Yönelimlerin Anlamı
Erken çocukluk dönemindeki bağlanma durumu, yalnızca uzun ve karmaşık sosyalizasyon süreçlerinin ilk adımıdır. Her çocuk bu süreçlerde beynini; kimi yetileri ve becerilerini ötekilere göre daha fazla geliştirecek, kimi şeylere ötekilere göre daha fazla reaksiyon gösterecek, kimi duyguları ötekilere göre daha yoğun yaşayacak şekilde kullanmayı öğrenir. Veya beyin, içinde yaşadığı toplumda kendi yolunu bulabilmesi için buna; mecbur bırakılır, teşvik edilir ya da cesaretlendirilir.
Erken çocukluk dönemindeki bağlanma durumu, yalnızca uzun ve karmaşık sosyalizasyon süreçlerinin ilk adımıdır. Her çocuk bu süreçlerde beynini; kimi yetileri ve becerilerini ötekilere göre daha fazla geliştirecek, kimi şeylere ötekilere göre daha fazla reaksiyon gösterecek, kimi duyguları ötekilere göre daha yoğun yaşayacak şekilde kullanmayı öğrenir. Veya beyin, içinde yaşadığı toplumda kendi yolunu bulabilmesi için buna; mecbur bırakılır, teşvik edilir ya da cesaretlendirilir.
Karmaşık ve kullanıma bağlı
gelişen sinir ağlarının oluşumunu sağlayan beyin bölgesi, insanda en yavaş
gelişen bölgedir. Bu bölge hayvan atalarına kıyasla insan beyninde daha çok
gelişmiştir. Buna anatomik olarak frontal veya ön lob denir. Bu bölge; beynin
diğer bölgelerinde daha önce oluşmuş ve orada depolanmış heyecan verici kimi
motifleri bir araya getirerek bütünsel bir resmin oluşmasını sağlayan bölgedir.
Bu durumda; derinlerde yatan, çok eskiden oluşmuş ve depolanmış bu motifler
frontal lob tarafından yönetilir. İnsan; beyninin ön lobu olmadan geleceğe dair
tasarımlar kuramaz, plan yapamaz, olayların gelişim sırasında göre sonuçlarını
tahmin edemez, empati kuramaz, başkalarının duygularını anlayamaz ve sorumluluk
duygusunu duyumsayamaz. Bizi diğer hayvanlardan en net şekilde ayıran bölge
beynimizdeki frontal lobtur. Ve bu bölge, bizim eğitim veya sosyalizasyon
dediğimiz süreçler ile biçimlendirilir.
Beynimizin kullanıma bağlı olarak biçim verilebilecek kısımları hakkında ne kadar az şey biliyoruz. İnsan beyninin gelişime bağlı biçimsel değişimleri, gelişmiş kimi metodlarla görselleştirilebiliyor. Bu da bugüne kadar doğru saydığımız kimi bilimsel gerçeklerin geçerliliğini yitirmesine sebep oluyor. Özellikle 3-6 yaş arası çocuklarda, planlama, organizasyon ve odaklanma becerilerini yöneten beynin ön lobu çok daha büyük bir hacim kaplar. 6-12 yaş arası çocuklarda; hacmi büyümüş ve yapısı giderek değişmeye başlayan bu bölge, mekan algısını yöneten ve soyut düşünmeden sorumlu olan bölgedir. Frontal bölgenin yapısı; ergenlikte bu bölgedeki nöronların birbirleriyle yaptığı bağlantılar ile ikinci kez değişir. Böylelikle bu bölgenin ölçülebilir bir şekilde hacimsel değişikliğe de uğradığı gözlemlenir. Beynin yapısındaki değişimler ergenlikten sonra da devam eder. Bu süreçteki değişimler ise, “use it, or lose it” (kullan ya da kaybet) prensibine bağlıdır.
Beynimizin kullanıma bağlı olarak biçim verilebilecek kısımları hakkında ne kadar az şey biliyoruz. İnsan beyninin gelişime bağlı biçimsel değişimleri, gelişmiş kimi metodlarla görselleştirilebiliyor. Bu da bugüne kadar doğru saydığımız kimi bilimsel gerçeklerin geçerliliğini yitirmesine sebep oluyor. Özellikle 3-6 yaş arası çocuklarda, planlama, organizasyon ve odaklanma becerilerini yöneten beynin ön lobu çok daha büyük bir hacim kaplar. 6-12 yaş arası çocuklarda; hacmi büyümüş ve yapısı giderek değişmeye başlayan bu bölge, mekan algısını yöneten ve soyut düşünmeden sorumlu olan bölgedir. Frontal bölgenin yapısı; ergenlikte bu bölgedeki nöronların birbirleriyle yaptığı bağlantılar ile ikinci kez değişir. Böylelikle bu bölgenin ölçülebilir bir şekilde hacimsel değişikliğe de uğradığı gözlemlenir. Beynin yapısındaki değişimler ergenlikten sonra da devam eder. Bu süreçteki değişimler ise, “use it, or lose it” (kullan ya da kaybet) prensibine bağlıdır.
Bütün bunların anlamı; sadece çocukluk dönemi değil
ergenlik dönemi de, beynin bu dönemlerdeki kullanımına bağlı programlamanın
yapıldığı çok önemli dönemlerdir. Beynin hacmi ve nöronların birbirleriyle yaptıkları
bağlantılar (sinapslar), özellikle de frontal bölgedekiler, beynin çocukluk ve
ergenlik döneminde, eğitim ve sosyalizasyon sürecinde kullanıma bağlı olarak
değişir. Bu durumda mantık gereği, insan beyninin bu bölgesi sosyal bir ürün
olarak görülebilir. Beynin frontal bölgesinde ve bu bölgenin diğer bölgeler
(subkortikal) ile arasındaki bağlantıların oluşması ancak, çocuğa emzirme
çağından itibaren çok yönlü deneyimlerin sunulması ve diğer insanlar üzerinde
etki yaratabileceğini deneyimlemesi ile oluşurlar. Problemlerin üzerine gitmeyip
kenara iten ebeveynler, çocuklarına başkalarının yardımıyla (ebeveynler)
problemlerin çözülebileceği deneyimini yaşatmamış olurlar. Masallar bu noktada çocuğa kendi çözümlerini bulmasına yardımcı olabilecek
önemli araçlardır. Bu deneyimlerden yoksun çocuklar yalnızca kendi
arzuları, ihtiyaçları ve tasarımları doğrultusunda yaşarlar. Bu çocuklar benmerkezci,
dik kafalı, despot olurlar ve öyle de kalırlar. Kendi yaşlarına uygun
problemlerle karşılaşıp onların çözümlerine kafa yormayan çocuklar da, kendisinin
etki alanlarını deneyimleme ve problem çözme konusundaki istekleri konusunda
eksiklik yaşarlar. Bu durumda sadece özgüvenleri zayıflamaz, ayrıca benlikleri
de çok duyarlı, hassas ve dağılmaya açık hale gelir. Bu çocuklar, anaokulunda
veya ilkokulda belli bir şekilde düşünmeye ve davranmaya yönlendirildiklerinde
çok zorluk çekerler. Bu zorlanmaları her nekadar yaşları itibariyle normal gibi
görünse de aslında sosyal gelişimleri açısında küçük bir çocuğun yaşadığı
aşamada takılı kalmışlardır.
Çocukların diğer insanlarla etkileşim kurmalarının
engellenmesi, kendi yeti ve yeteneklerini deneyimleyip geliştirebilecekleri
durumları yaşayamamaları, çocuklardaki bu gelişim geriliğini besleyen
durumlardır. Örneğin tüm gün televizyon karşısında vakit geçiren çocuklar bu
durumla karşı karşıyadırlar. Bu çocuklar “rahat” dursunlar diye, renkli
imajlar, aksiyon dolu sahneler, sürekli değişen ve farklı duygu durumlarının
oluşmasını sağlayan izlenimler ve korku uyandıran imajlarla cezalandırılırlar.
Onların sorularına hiç kimse cevap vermez, hiçbirşeyi değiştiremezler,
engelleyemezler ve yardımcı olup, olayların oluşumuna etkide bulanamazlar.
Onlara kalan ise düşünsel ve davranışsal düzeyde yaşantılayamadıkları, çözüm
arayışlarının önemsiz olduğu ve onlar olmadan, olayların onların etkisi olmadan
da gelişebileceği duygusudur. Bu çocuklar davranışsal yetilerini, olaylara ve
şeylere biçim verme yetilerini ve kendi değerlerini çok zor geliştirirler. Bunun
sonunda herşeyi sürekli başkalarından bekleyen tüketiciler olup çıkarlar. Çünkü
kendilerinden birşeyler verebilme ve durumlar karşısında kendi etkisini
gösterebilme deneyiminden yoksun kalmışlardır. Çoğunlukla yalnız kalırlar,
arkadaş bulamazlar, ilişkilerde derinleşemezler ve güven ilişkisi kurmadan
korkularını gösteremezler.
Güvensizlik ve korku, karmaşık algıların ve reaksiyon mekanizmalarının oluşumunu engeller. Bu da çocukların, zorluklar karşısında hızlı kararlar alıp, önceden deneyimlenip beyinde kodlanmış stratejileri kullanmalarını zorlaştırır. Bu koşullar altında gerçekleşmeyen şey ise; var olan çözüm olanaklarının ötesine geçip karmaşık algı sistemlerinin filtrelenmesi, değerlendirilmesi ve bütünleştirmesine yarayacak yetilerin (yaratıcı süreçlerin ç.n) gelişememesidir. Çocuklar kendi algılarını çözüm süreçlerine, ancak daha önce bunu deneyimlediyseler entegre edebilirler. Yeni algılar ile daha önce yapılmış deneyimlerin birbirleriyle bağının kurulabilmesi gerekir. Düzenlenmemiş birçok farklı algının aynı anda aktif olması ve birbirine çarpması, bir yetişkin için dayanılmaz olduğu gibi çocuk için de öyledir. Bu karmaşa, frontal lobun yapması gereken kimi görevleri yerine getirememesine sebep olur. Muhtemelen bu durumu yaratan başka faktörlerde vardır. Çünkü günümüzde çocuklar beyinlerinin ön loplarında karışık sinir bağlantıları kuramıyorlar ve bunu stabilize edemiyorlar. Tüm bu göstergeler ilgi çekici kimi ortak durumlara dikkat çekiyor: Çocukların, hayatta bir karşılığı olan cevapları bulmalarına yardımcı olunmuyor. Çocuklara ya “her şeyi yaparım” veya “hiçbir şey yapmam” deniliyor. Ya da sordukları soruların akıllıca bir soru olmadığı söyleniyor. Çocuklar ve gençler için bu üç cevapta aynı oranda felakettir.
Güvensizlik ve korku, karmaşık algıların ve reaksiyon mekanizmalarının oluşumunu engeller. Bu da çocukların, zorluklar karşısında hızlı kararlar alıp, önceden deneyimlenip beyinde kodlanmış stratejileri kullanmalarını zorlaştırır. Bu koşullar altında gerçekleşmeyen şey ise; var olan çözüm olanaklarının ötesine geçip karmaşık algı sistemlerinin filtrelenmesi, değerlendirilmesi ve bütünleştirmesine yarayacak yetilerin (yaratıcı süreçlerin ç.n) gelişememesidir. Çocuklar kendi algılarını çözüm süreçlerine, ancak daha önce bunu deneyimlediyseler entegre edebilirler. Yeni algılar ile daha önce yapılmış deneyimlerin birbirleriyle bağının kurulabilmesi gerekir. Düzenlenmemiş birçok farklı algının aynı anda aktif olması ve birbirine çarpması, bir yetişkin için dayanılmaz olduğu gibi çocuk için de öyledir. Bu karmaşa, frontal lobun yapması gereken kimi görevleri yerine getirememesine sebep olur. Muhtemelen bu durumu yaratan başka faktörlerde vardır. Çünkü günümüzde çocuklar beyinlerinin ön loplarında karışık sinir bağlantıları kuramıyorlar ve bunu stabilize edemiyorlar. Tüm bu göstergeler ilgi çekici kimi ortak durumlara dikkat çekiyor: Çocukların, hayatta bir karşılığı olan cevapları bulmalarına yardımcı olunmuyor. Çocuklara ya “her şeyi yaparım” veya “hiçbir şey yapmam” deniliyor. Ya da sordukları soruların akıllıca bir soru olmadığı söyleniyor. Çocuklar ve gençler için bu üç cevapta aynı oranda felakettir.
İhtiyacınız
olan tek şey şu sorular üzerine düşünüp bir vizyona sahip olmak: Çocuklar neden
bu dünyadalar? Kendi deneyimlerini edinmeleri, becerileri kazanmaları ve bilgi
edinmeleri neden bu kadar önemli? Burada yolculuğun nereye gideceğini bilemeyen
kişi, bu yolculukta neye ihtiyacı oladuğunu, yanına ne alması gerektiğini de
bilmez. Çocukların ve özellikle de gençlerin bu durumda yapacakları şey çok
açık. Öncelikli olarak sizin “istediğiniz” şeyleri çantalarına tıkarlar. Daha
sonra bir gün o tıktıkları bilgileri onlardan bıkmış bir halde bir köşeye
atıverirler ve bir daha da yüzelerine bile bakmazlar ve canları “hiçbir şey “
yapmak istemez.
Bu durumda, kendi yaşamına yön verme ve bir anlam
arayışı kaçınılmaz olarak sonlanır. Geride kalan tek şey ise olumsuz düşünmeye
meğilli olma, rahatına düşkünlük ve tüketim olur. “Ben” ilgi çekebilmenin tek
merkezine dönüşür. Bunu yaşamış olanlar büyümek de istemezler, masal dinlemek
de. Çocukların günümüzde, beklenti, fırsatlar ve talepler kargaşasından kurtulup
kendi yollarını bulabilmeleri için yönlendirilmeye ihtiyaçları vardır. Yani
onlara bir dayanak noktası noktası sunan ve kararlarını almalarında yardımcı
olacak, model alabilecekleri örneklere, içsel ortak değerlere ihtiyaçları
vardır.
Çocuklar ancak hassas bir koruma ve yetkili bir
yetişkinin rehberliğinde, önlerine sunulan bunca fırsat karşısında yaratıcı
yetilerini kullanabilir ve kendi yetilerini, becerilerini geliştirip onların
farkına varabilir. Ancak bu şekilde beynin frontal lobunda bir şeylere etki
edebileceğine dair bilgileri taşıyan bağlantılar kurulur ve sabitlenir. Bundan
sonraki öğrenme süreçlerinde ihtiyaç duyulacak olan kendi kendini motive edebilme
hali de bu şekilde öğrenilecektir.
EĞİTİM şu koşullar altında başarısız olacaktır: Çocuklar,
eğitimin ve bilgi edinmenin değersiz sayıldığı eğlence toplumunda
büyüdüklerinde. aDünyanın yeniden yapılandırılmasına katkıda bulunmalarına izin
verilmediğinde, yani sadece pasif tüketiciler olduklarında, Yaratıcılıklarını
oyunsal süreçlerle keşfedip deneyimleyebilecekleri boş alanlar bırakılmadığında.
Altından kalkamayacakları beklentiler altında boğulduklarında. Kendilerine olan
güvenleri kırıldığında ve korku dolduklarında. Zorluklar ve problemler
karşısında kendi deneyimlerini yaşayıp, kendi çözümlerini bulmalarına fırsat
tanınmadığında. İstek ve ihtiyaçları dikkate alınmadığında.
Beyin araştırmaları gösteriyor ki, öğrenme ancak,
çocuğa içine doğduğu ve büyüdüğü dünyada, kendi yolunu bulacak ve kendi
çözümlerini üretmesine yardımcı olacak her türlü şey sayesinde gerçekleşir.
Artık daha fazla masal anlatılmasaydı...
Artık daha fazla masal anlatılmasaydı...
Bu sorunun net bir şekilde
cevaplandırılabilmesi için öncelikli olarak şu soruyu cevaplamaya ihtiyacımız
var: Çocuklar, istedikleri şeyleri daha çok, bunun karşısında ihtiyaç
duydukları şeyleri de daha az elde ettiklerinde ne olurdu? Henüz doğmamış bebek
dahi anne karnında, beyninde birçok sinir ağlarının örülmesine sebep olan
farklı deneyimler yaşar. Bunlar beyinde daha sonra dünyada kendi yollarını bulmalarına
yardımcı olacak, hatırlamaya yardımcı içsel temsiller olarak kaydedilir.
Bununla birlikte erken dönemde oluşmuş bu motifler zamanla gelişir ve başka
motifler tarafından tamamlanır. Çocuğun yaşadığı bu deneyimler, onun beyninde
şekillenen ve kök salan, tipik insani deneyimlerdir ve zamanla “insansı
bireysellik” denen durumun gelişmesine
neden olur. Bütün memeli hayvanlar, hatta yumurtanın içindeki kuş yavruları
bile dünyaya, kendilerine özgü spesifik deneyimler yaşayarak gelirler. Bunun
tavuk ve ördek yavrularında çok net gözlemleyebiliriz. Yumurtadan çıkmadan önce
anneleriyle çoktan “konuşmaya” başlamışlardır bile. Dünyaya geldiklerinde
kendilerine ait bir bireysellikleri vardır. Bu tabii ki insansı değil,
“ördeksi” veya “tavuksu” bir bireyselliktir. Ötücü kuşlarda, örn. bülbüllerde,
yavru kuşlar yuvalarında otururken bile beyinlerindeki ötme merkezi
olgunlaşmaya devam eder. Burada evvela sinir hücreleri sığ ve karmaşık bir
biçimde bir ağ oluşturur. Zamanla baba kuş yuvanın yakınlarında şarkılarını ötmeye
başladığında, yavru kuşların bu şarkıları dinlemeleriyle birlikte
beyinlerindeki karmaşık sinir ağlarından, o türe özgü ötmeden sorumlu,
karasteristik sinir ağları şekillenmeye başlar. Bu ne kadar sık gerçekleşirse,
yavru kuşun beynindeki sinir ağları da o kadar sağlamlaşır. Aynı şekilde yavrular
türe özgü şarkıları ne kadar az dinlerlerse, bunların beyinlerindeki iç
temsilleri de o kadar zayıflar ve beynin gelişimi bu durumda normal seyrinde
ilerlemez. Bu durumda kullanılmayan sinir ağlar yavaş yavaş çözülmeye başlar.
Geriye kalan ise, bülbülün beynindeki şarkıları dinleyerek geliştirdiği ve bu
şarkıların içsel temsillerinin karşılığı olan sinir ağlarıdır. Yavru kuşun
beyninde bu süreçlerin yaşanabilmesi için, baba kuşun sıklıkla, sanatsal bir
şekilde ve rahatsız edilmeden türe özgü bu şarkıları ötmesi gerekir. Bu yüzden
bülbüller bu karmaşık şarkılarını yavrularına geceleri, herkesin uyuduğu zamanda
öterler. Yavru kuşların bu şarkıları beyinlerine işleyebilmeleri için, tabii ki
rahatsız edilmemeleri gerekir. Bülbüller yavrularına bu şarkıları sessiz
ortamlarda söyleyemeselerdi, bülbülü bülbül yapan özellikler de ortadan
kaybolmaya başlardı.
Bizler de çocuklarımıza masal anlatmadığımızda, masal
anlatıcılığı ile sabitlenen ve çocuk beynini güçlendirilen her şey kaybolmaya mahkum
olurdu. Bu şeylerin ne olduğunu unutan biri varsa, tekrar başa dönmesi gerekir.
Not: Bu makale Prf. Dr. Gerald Hüther'in izniyle çevirilmiştir ve izin alınmadan kopyalanıp çoğaltılamaz.
Not: Bu makale Prf. Dr. Gerald Hüther'in izniyle çevirilmiştir ve izin alınmadan kopyalanıp çoğaltılamaz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder