MASALCIYA MEKTUPLAR...
Sevgili Masalcı,
Diyorlar ki masal insan hayatını değiştirip dönüştürebilir.
İnsana, yılanın eskimiş derisini bırakması gibi, eskimiş varoluşlarını atmasını
öğretir. Yaşam yolculuğunda insana rehber olur. Diyorlar ki masal çölde yolunu
kaybetmiş yolcular için kuzey yıldızıdır.
Peki ama bunu nasıl
yapar masal? Bu gücünü nereden alır? Masal bu dönüşüme tek başına mı vesile
olur? Ona yardım eden, gücünü açığa
çıkartan birileri var mıdır?
Masal “SÖZ” dür
diyorlar…
Kağıt üzerine hapsedilmiş kelimeler masal değildir. Masal
yaşayan insanın ruhundan kopup gelen
sözün ta kendisidir. Ruh canlıdır, kendi kaynağına ulaşmak için her an değişip
dönüşür. Denizlere ulaşmak için onca engeli aşan nehirler gibidir ruh. Hep
geldiği yere gitme, çıktığı kaynağa geri dönme sevdası ile yanıp tutuşur. Masal
da ruha kaynağına ulaşabilmesi için yol gösterendir. Öyleyse masal hem yolun
kendisi hem yolun gösterenidir.
Masal “İMGE”dir,
diyorlar...
İmgeler kısaca masalın resimleridir. Bu resimler sadece göz
ile görülmez. Kulak ile duyulur, burun ile koklanır, deri ile dokunulur, dil
ile tadılırlar. İmgeler duyuların dış dünyayı iç âlemin diline çevirirken
kullandığı dildir. İmge ne ise odur.
Gösterdiği şeydir yani. Ne eksik ne fazlasıdır. Her masal imge yüklü resimli
kitaplara benzer.
Masal “SİMGE” dir,
diyorlar…
İmgeler aynı zamanda
masalın içindeki simgelerdir. “Her simge bir
imgedir.” (Metin Bobaroğlu) Simge kendini göstermez. Her daim kendinin
dışındaki başka bir şeyi gösterir. Ancak o zaman simge (sembol, metafor) olur. Mesela
bir elma simge olduğunda pazardan satın alıp yediğimiz elma değildir artık. O
artık bilginin, bereketin, ilk günahın ve daha başka bir çok haikatin
temsilidir. Simgeler elle tutulamayan, gözle görülemeyen, duyular aracılığı ile
algılanamayan hakikatleri duyuların önüne getirirler. Çok anlamlıdır ve yoruma
açıktırlar. İmge görünümündeki simge çokluğu birliğe çeker. Böylece bir çok
hakikat bir simgede bedenlenmiş olur. Nasıl ki ruh bu dünyada var olmak için
bedene ihtiyaç duyar. Bunun gibi soyut olan hakikatler de masalda bedenlenirler
ve böylece duyuların önüne gelirler.
Masal ARKETİP’dir, diyorlar…
Her arketip bir
simgedir. Arkeler, İlkeler evrensel değerlerdir. Evrensel olan coğrafi konuma,
tarihe, kültüre, insana göre değişmez. Bu evrensel ilkeler, arketipler insan
ruhuna içrektir. Her ruh varlığının derinliklerine işlenmiş arketipler ile
gelir bu dünyaya. Arketipler insan ruhunda “kollektif bilinçdışının” temsili
olarak var olurlar. Arketipler kollektif olanın bireysel olandaki görünümüdür.
Ne çok şeymiş masal. Ne
derin, ne hikmetli bir varoluş!
Başlangıçta imgeler, simgeler, arketipler soyut kavramlardır
(ki zaten kavram soyut olandır). Hayal alemlerinde yaşarlar. Görünmez âlemi
mesken tutmuşturlardır. Yaşadığımız
dünyada fiziksel bir varlıkları yoktur onların. Ruhun bu dünyada var olmak için
bedenlenmeye ihtiyaç duyması gibi simgeler aracılığı ile temsil edilen soyut
hakikatler de bedenlenmek için fiziksel bir mekana ihtiyaç duyarlar. İşte bu
mekan masalcının tüm varlığıdır. Beden ruhun evidir. Masalcı da masalın ikamet edeceği sarayı…
Masal bir “HAZİNE
SANDIĞI” dır, diyorlar.
Bu sandığın içinde bereketli tohumlar gizlidir. Her bir imge, simge ve arketip kalbinde yepyeni yaşamların potansiyellerini gizleyen bir
tohumdur.
Masal “DÖNÜŞÜMDÜR” dür,
diyorlar…
Bunun gerçek olabilmesi için önce masalcı hazine sandığını
açmalı, sonra da sandığın içindeki hakikat tohumlarını büyük bir özenle kendi
ruh topraklarına ekmelidir. Masalcı masalın gizli hazinelerini kendi ruhuna
ekerken aklını, gönlünü ve duyularını kullanır. Bunlar masalcının aletleridir.
Böylece masalcı masalı; aklen, kalben ve duyuları aracılığı ile masalı bilmeye
başlar. Bilme yolculuğu bitince diller susar, bambaşka bir hakikatin kapısı
açılır. Masalcı masalın kendisi olur. Bu aşamaya gelince masalcı susarken masal
olur, bakarken masal gibi bakar, konuşurken masalın dilinden konuşur.
Masalın hakikat tohumları ancak masalcının ruhunda can
bulabilir. Tohum varlığındaki tüm güzellikleri masalcının ruhunda açığa
çıkartınca bu kadim topraklar muhteşem bir çiçek bahçesine dönüşür. Böyle olunca
masalcı değişir. Bunun için bir bahçıvanın sabrına, kudretine ve hikmetine
ihtiyaç duyar masalcı. Masalcı hem bahçıvandır hem toprak hem çiçek hem de
çiçeğin başkalarını cezbeden kokusu. Böyle olunca da masalcının dudaklarından
dökülen SÖZ dinleyicisini değiştirip dönüştürür.
Anlattığı masalın taşıdığı hazineleri kendi benliğine
katamamış, kendisi değişip dönüşmemiş masalcının sözü “hazmedilmemiş bir kelamdan”
(İsmail Emre) öteye gidemez. Hazmı zor bu kelam masalcıyı dönüştüremediği için
dinleyicisi üzerinde de etki bırakmaz.
Masal “AŞK” tır,
diyorlar…
Masal ve masalcı birbirine aşık iki maşuktur. Seven ile
sevilen birbirinin uzağında durur mu hiç? İç içe geçmek bir olmak hiç ayrılmamak
isterler. Masal ve masalcı da böyle hemhal olmak, bir olmak için yanıp tutuşurlar.
Masalın hakikatleri masalcının benliğinde çiçek açmaya başlayınca vuslat
gerçekleşmiş olur. Bu vuslatın meyveleri masalcının tüm varlığında görünür
olmaya başlar. Onun hali değişmiştir artık. Sözleri, bakışları, duruşu
dinleyenine sunulan bereketli meyveler gibidir. Dinleyici bu bereketli
meyveleri yemeye başladı mı o da dönüşmeye başlar.
Masal “SÖZ” dür
diyorlar… (Başladığımız
yere geri döndük şimdi.)
“Başlangıçta Söz vardı. Söz Tanrı’yla birlikteydi ve Söz Tanrı’ydı.” diyor Johanna İncilinde. Sözün
Tanrının kelamı olabilmesi için masalcının ruhundan kopup gelmesi, onun halini
taşıması gerekir. Söz ancak o zaman hakiki olur ve Tanrı’nın kelamını bize taşır.
Söz ve kelime arasında bir fark vardır. Örneğin ADALET kelimesi
6 harften oluşmuş bir simgedir. Bu kelimenin harflerinin şeklinden ötürü bir
görselliği, ağızdan çıkınca da bir sesi vardır. Kelime dediğimizde bu görsellik
ve sesi kast ederiz. Her kelime aynı zamanda bir simgedir. Tıpkı suyu taşıyan
bir kap gibi. Kap kelime ise içindeki su kelimenin gösterdiği hakikattir. Kelimenin
görüntüsü ve sesi onun fiziksel varlığı iken hakikati de onun içsel varlığıdır,
özüdür. Adalet kelimesinin dış varlığından yukarıda bahsetmiştik. Peki onun iç
varlığı neye benzer? Adalet kavramı insanda bedenlenince insanın hali nasıl
değişir? Buna bağlı olarak toplumun yapısında neler gözlemlenir?
İnsan ancak kendi bireysel yaşamında adaleti tahsis
edebilirse bu soyut kavram görünür olmaya, ete kemiğe bürünmeye başlar. Kanunların
herkes için eşit derecede geçerli olduğu, barış ve huzurun egemen olduğu bir
toplum bize göz kırpar. Böyle bir toplumda insanlar güven içinde yaşarlar.
Mutlu olurlar. Başkalarının hakkını kendi hakları gibi korurlar. Topluluk olma
bilinci gelişmiştir. Masalların bize en çok gösterdiği hakikatkerden birisi
adalet olduğuna göre masalcı kendi yaşamında adaleti tahsis etmedikçe anlattığı
masallarda adaletin önemine hakikatte nasıl vurgu yapabilir? Masalcı kendi
yaşamında adil ise o zaman ağzından
çıkan adalet kavramı söz niteliğine bürünür. Çünkü o zaman masalcı bu kelimenin
hem iç hem de dış varlığı ile temas kurmuştur. O sözün kendisi, ete kemiğe
bürünmüş yaşayan örneği olmuştur. İşte bu söz dinleyenini değiştirip dönüştürme
gücüne sahiptir.
Hülasa masalcı masalın taşıdığı hakikatker aracılığı ile
değişip dönüştükçe, masalın özünü kendi benliğine kattıkça ruhunda açmış olan hakikat
çiçekleri ile dinleyicisini de dönüştürebilir. Bunu yapamıyorsa hiç konuşmasa,
hiç anlatmasa daha iyidir. Çünkü o suskunluk ham konuşmalardan daha
bereketlidir.
Biz derdimizi anlatmak için onca laf kalabalığı ettik. Ama
biliyoruz ki bu derdi hikâyeler kısa ve öz daha iyi anlatabilirler ve çok daha
güçlü etkiler bırakabilirler. O zaman sözü bereketli Anadolu topraklarının
yetiştirdiği en büyük kamil insanlardan birisi olan İsmail Emre’ye bırakalım da
bize bir hikâye anlatsın;
“-İmâm-ı Azam devrinde halkı salgın halde sıtma
tutuyor. Doktorlar bir türlü hastalığın önünü alamıyorlar. Nihayet sebebini
anlıyorlar; kavundan oluyormuş. Halka münadilerle “Ey ahali! Kavun yemeyin;
sıtmayı yapan kavundur.” diye tehlikeyi ilân ediyorlar. Fakat kimse dinlemiyor.
Nihayet İmâm-ı A’zam’ın nüfuzundan istifade etmek istiyorlar. Ona rica
ediyorlar: “Siz va’z edin; halk sizin sözünüzü dinler” diyorlar. İmâm-ı A’zam
düşünüyor, parmaklarıyla bir şeyler hesap ediyor: “bugünlerde va’z edemem.
Ancak 23 gün sonra va’z ederim” diyor. Doktorlar şaşırıyorlar: “Niçin 23 gün
sonra?” diyorlar. İmâm-ı A’zam şu cevabı veriyor: “Ben 17 gün evvel kavun
yedim. Kavun vücutta 40 gün kalır. 40 gün sonra yenen kavundan vücutta eser
kalmaz. Ben 23 gün daha beklemeliyim ki 17 gün evvel yediğim kavun vücudumdan
çıksın. İşte o zaman söyleyeceğim sözü tutarlar. Benim kanımda kavun varken
halka nasıl “kavun yemeyin” diyeyim…***
*** İsmail Emre’nin Tasavvufî Sohbetleri,
14 Temmuz 1952, Sayı 51 (http://www.ismailemre.net/sohbetler.asp?yazno=1&katno=6)